19 Eylül 2010 Pazar

Kategorize Etme Beni!

Huyumuz kurusun ki kategorize etmeden duramıyoruz, durdurulamıyoruz efendim. Yabancı dizileri bile uyarlarken iyiyle kötüyü 3 yaşındaki çocuğun bile anlayabileceği bir şekilde insanların gözüne sokmaya çalışıyoruz. Bir Beşiktaş-Fenerbahçe derbisi öncesinde küçük bir çocuğa "Maçı kim alır?" diye sorduklarında "Beşiktaş Galatasaray'ı yenmişti, Galatasaray da Fenerbahçe'yi yenmişti. Dolayısıyla Beşiktaş Fenerbahçe'yi çok rahat yener." şeklinde bir cevap almışlardı. Bu küçük çocuktaki düz mantıkla bazı senaristlerimizin "Bir karakter iyiyse iyidir, kötüyse kötüdür." mantığı arasında pek de bir fark olmaması biraz acımasız gerçekler tadında bir durum ne yazık ki. Elbette, her şey zıttıyla vardır. İyi olmadan kötüden, kötü olmadan da iyiden bahsedemeyiz. Diyalektik hesabı... Peki ya kim demiş bir insan bu sıfatlardan sadece birine sahip olabilir diye? Ya her birey hem yin hem de yang ise?! Kimse tam anlamıyla beyaz ya da siyah değildir. Herkes gri renktedir. Gerçek yaşamda siyah ve beyaz değil açık gri ve koyu gri vardır. Oysa dizilerdeki iyi karakterler meleklere taş çıkartır cinsten. Kötülerse şeytana pabucunu ters giydirir maşallah. İyiye bakıp kendimi kötü mü hissetmeliyim, kötüye bakıp ne kadar iyi biri olduğumu mu düşünmeliyim bilemedim. Psikolojim alt üst oldu benim. Kızların sarışın olma çabalarının altında yatan esas sebep genel olarak Türk erkeklerinin sarışınlardan hoşlanması falan da değil efendim. Bu en az "Biz kızlar her şeyi kendimiz için yaparız." söylemi kadar yalan. Külliyen yalan! İnansak da inanmasak da sarışınlar bembeyaz elbiseleri içinde hep bir melek şeklinde yer edinmiştir bilinçaltımızda. Esmerlerse gece kadar siyah elbiseleri içinde hep bir "öcü" rolünü oynamıştır. Diyeceğim odur ki; sis yelpaze ile dağıtılmaz. Gerçekçi olalım.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Hissediyorum, Öyleyse Varım!

"İnsanlar, söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unuturlar; ama onlara hissettirdiklerinizi asla unutmazlar." Adam Fawer bu cümlesiyle beni benden almıştı işte. Çünkü insanlar hep bir his yumağı olmuştur benim için. Birinin adını unutabilirim, doğum gününü unutabilirim, onunla nereden tanıştığımı ya da nasıl anılarım olduğunu bile unutabilirim; ama yüzünü gördüğümde ya da sesini duyduğumda içimdeki sesin fısıltılarını susturamam. Geçenlerde bir babanın çocuğuna bisiklet sürmeyi öğretişini konu edinen bir reklama rastladım. O küçük bacakların dengeli bir şekilde pedalları tek başına çevirebilmesi için kim bilir baba kişisi ne diller döktü, ne süslü cümleler kurdu. Kim bilir kaç defa o bisikletin arkasından tutması gerekti. Kim bilir kaç defa saçının teline zarar gelse uğruna dünyaları yıkabileceği yavrusunun düşüşünü izledi, yaralanmış dizlerini dezenfekte ederken üfledi. Ama sonunda küçük çocuk bisiklet sürmeyi öğrendi. Şimdi onlarca yıl gerisindeki bu anıdan aklında kalan tek şey babasının ona verdiği güven duygusu, ne yaralarının verdiği acı ne bisikletinin rengi ne de korkusu. Çünkü başarmak için hissetmek gerekir. Birilerinin size inandığını bilmek bazen en iyi motivasyon şeklidir. Yıllar üzerimizden geçip giderken tarzımız değişebilir, düşüncelerimiz değişebilir ama hissettiklerimiz bizim kontrolümüzde değildir. Bu yüzden belki de sahip olduklarımız içinde yalan söyleyemeyecek tek şey hislerimizdir. Çünkü hisler, düşünceler gibi değildir. Düşünme şeklimiz okuduğumuz bölüme göre bile kolayca yeniden şekillenebilirken, hayatımız boyunca tek bir kişiye aşık olup kendimizi ona adayabiliriz. Çünkü sevmek düşünceden bağımsızdır, tamamen hislerle ilgilidir. Bu yüzdendir ki aşkta "çünkü" diye bir şey yoktur. "Çünkü" araya girdiği zaman düşünceler konuşur. Bazılarımız yaşarken hisseder ama ben yaşamak için hissediyorum. Zira hissedebildiğim sürece varım, biliyorum.

11 Eylül 2010 Cumartesi

PS: I Love You


Aşk… Hakkında epeyce yazılır, çizilir. Destanlar, efsaneler anlatılır; dinlenir. Çünkü hala hayatın en bilinmeyenli denklemidir. Daha mini mini bir kuşu söyleyen dudakların sahipleri bir yandan da hayallerindeki aşkın büyüsündedir. Peki ya bu hayallerdeki aşk tam olarak nerededir, koordinatları nelerdir? Boyutumuzun 30500 katı büyüklüğündeki o esrarengiz kapının anahtarı hangi erkektedir? Artık annesinden bile daha iyi tanıdığımız, bütün sırlarımızı hiç düşünmeden anlatabildiğimiz en yakınımızın ta kendisi midir? Yoksa daha hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir gizemli midir? Aşk bazen güvenin verdiği rahatlama hissinde bazense bilinmeyenin çekiciliğinde gizlidir. Kararı vermek bizim işimizdir. Çünkü bu kişiden kişiye değişir. Çünkü aşk kimileri için bir mecburiyet, kimileri içinse bir çılgınlık yapmak demektir. Tanımı yoktur, kanıtı yoktur; ama kendisi gerçektir. Bazen sinir küpü olmuş iki insanın yastık savaşıyla sona eren kavgalarından bazense bir fotoğraf karesini süsleyen iki sıcak gülümsemeden ibarettir. Her neredeyse, her ne şekildeyse işini iyi bilir. Kendi gizemine bizi hapsedip arkamızdan nanik bile yapabilir. Bir hastalık değildir ama bir virüs gibi bütün bedenimizi ele geçirebilir. Bizimle oynamak hoşuna gider, bütün meselesi bizimledir. Huyu böyledir, böyle kabul edilir. Korkutucu görüntüsünün arkasında şirin mi şirin bir aktör de yatabilir. Olabilir, olmayabilir… Gelebilir, gelmeyebilir… Bulabilir, bulmayabilir… Kimileri için “üç harfli”dir. Kimileri içinse üç harften ibarettir. Üç nokta da olabilir. Kendi bilir…

Kod Adı: Mutluluk


“Banu öyle bir kız ki, en kötü ihtimalle yılın 365 gününü mutlu 6 saatini mutsuz geçirir.” Belki de annem bu cümleyi sadece böyle olmamı arzu ettiği için kurmuştu o zamanlar. Aslında hiçbir zaman mutluluğu aramadım ya da onun beni bulmasını beklemedim. Yanlış anlaşılmasın, yoktur kendisiyle bir alıp veremediğim. Hatta gülmem için bir engel yoksa ortada, her zaman bir gülümseme vardır yüzümde benim. Mutlu olmak için, dünyaların benim olmasını beklemiyorum diyelim. Hayal ederim, isterim ve peşinden giderim. Yolda duyduğum müzikten etkilenip bir top model edasıyla yürümeye başlayabilirim. Odamda oturmuş gökyüzünde yalnız gezen yıldızlardan birini oynarken gözlerimi kapayıp 30500 kişilik bir arkadaş ortamının içine de düşebilirim. En iyi olabilirim, en güzel olabilirim, en başarılı olabilirim. Olmak istediğim her şey olabilirim. İstediğim her yeri gezebilir, istediğim herkesle tanışabilirim. Belki lanet olası bir hayalperestim ama mutlu olduğum sürece sorun yok benim için.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

Pop! Six! Squish! Uh uh! Cicero! Lipschitz!


Bana bunu neden yapıyorsun?! Her izlediğimde, her dinlediğimde kafamı o mini çakal, sinsi düşüncelerle neden meşgul ediyorsun? Ah Cell Block Tango... İşimiz var gerçekten! Seni dinlemeden edemiyorum, dinlediğim anda da düşüncelere dalıveriyorum. Hayır, düşünmek bazen güzel değildir. Düşünürsen kendi yorumunu katmadan edemezsin. Kendi yorumunu kattığın anda da gerçeği değiştirmişsindir. Fakat gerçekler değiştirilmekten hoşlanmaz ve eninde sonunda bunun intikamını alırlar. Biliyorum, sana göre gerçek, saf oksijen gibidir. Tek başına yakıcıdır. Kafa yormadan sadece yapması gerekeni, ondan bekleneni yapar. Canını yakar. Bu yüzden onu başka şeylerle tepkimeye sokmak gerekir bazen. Yanına biraz hidrojen koysan uslu mu uslu bir su oluverir mesela. Peki ya birileri seni fena halde kandırdıysa... Gerçek denilen şey aslında hidrojenin ta kendisiyse... Ki öyle! Ve sen kendi gerçeğini bulmak için aslında bütün gerçekleri yakıyorsan ne olacak hiç düşündün mü? Her neyse, biraz daha konuşursam sanırım ben de kendi yorumumu katmaya çalışacağım. Pop! Sana şu sakızı patlatma dedim. Eğer bir kez daha yapacak olursan... Bunu sen istedin! Tamamen korkutma amacıyla kullanılan(!) bir tüfekle beyninin uçurulmasını sen istedin. Six! Peki ya sen hiç utanmadın mı 6 kadınla birlikteyken hayatında kimsenin olmadığını söylemeye. Evet, her zamanki gibi içkini hazırladım. Ama nereden bilebilirdim ki bu sefer içine koyduğum arseniğin seni öldüreceğini? Squish! Ben bütün hayatımı sana adamış, en sevdiğin yemekleri yapıp seni mutlu etmeye çalışırken sütçüyle seni aldattığımı da nereden çıkardın? Her çiftin hikayesinde olmak zorunda mı ki bu lanet olası sütçü? Elimdeki bıçağa koşan sendin. Bunu 10 kez tekrarlayıp kendi kendini parçalara ayıran da... Ben hiçbir şey yapmadım. Uh uh! Hayır hayır, ben suçsuzum. Sen öldürülmüş olabilirsin. Ortada bir cinayet de olabilir. Ama katilin ben olmadığımdan eminim. Cicero! Baldız baldan tatlıdır diye boşuna dememişler değil mi kocacığım? 2 dakika buz almaya gittim ve döndüğümde sizi şovumuzda kullandığımız akrobatik hareketleri(!) yaparken buldum. Şoktaydım tabi. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Peki ya ellerimi yıkarken akan kanlar... Lipschitz! Sanatçı ruhlu, kendini bulmaya çalışan bir ressam... Sen mükemmeldin ta ki kendini ararken bulduğun Ruth, Gladys, Rosemary ve Irving'i öğrenene kadar. İşte benim bildiklerim bu kadar... Cell Block Tango... Dediğin gibi olsun. "It was a murder but not a crime!"

6 Temmuz 2010 Salı

Paris'e Fransız Kalmak


Yorucu bir günün ardından yatağa girer girmez, kafamı yastığa koymamla birlikte uykuya dalmıştım. Aradan geçen zaman hakkında bir fikrim olmadan kulağımda küçük bir fısıltıyla uyandım. Henüz sabah olmamıştı. Hatta saate bakılırsa uykuya dalalı sadece yirmi dakika olmuştu. Etrafıma bakındım fakat birileri varsa da görmem neredeyse imkansızdı. Zira odam kurudukça siyaha boyanan bir tuvalden farksızdı o an gözümde. Fısıltının bana söylemek istediklerini anlamasam da içimdeki sese kulak verip onu takip ettim. Göz bebeklerim olabildiğince bir hızla büyürken alışmaya başladığım karanlıkta artık takip ettiğim şeyin sadece bir ses olmadığından emindim. Önümde belli belirsiz bir gölge vardı. Garip bir şekilde bu bana hiç de korkutucu gelmiyordu. Kendimi bildim bileli karanlıktan hiç korkmamıştım zaten. Çünkü bence her şey gündüz nasılsa, gece karanlığında da aynı şekilde ve olduğu yerdeydi. Sadece ışık yoktu ve bu benim onları algılamamı zorlaştırıyordu. Belki sırf bu yüzden karanlığı bir tehdit olarak görüp kendimi güvende hissetmeyebilirdim ama kesinlikle korkmazdım. Bütün bunlar aklımdan geçerken gölgenin durduğunu fark ettim aniden. Onunla gitmeyi isteyip istemediğimi sordu. Kesinlikle hayır! Normalde olsa böyle bir cevap vermem gerekiyordu ama zaten o an normal olan ne vardı ki? Hala yürüyorduk fakat artık nerede yürüdüğümüz hakkında en ufak bir fikrim dahi yoktu. Aslında vardı. Odamda değildik, en azından bundan emindim. Daha ne kadar yürüyeceğimizi, nereye gittiğimizi sordum defalarca. Hiçbir yanıt gelmedi. Önümdeki gölge adeta bana soru sorup aldığı cevaba göre yörüngesini belirleyen bir robottu. Konuşkan olmaması belki de iyi bir şeydi. Bazen bildiğimiz şeyler başımıza bela açabilir diye düşündüm. Yine aynı şeyi yapıyordum işte. Durum ne olursa olsun, onun kendimi teselli edecek bir yanını mutlaka bulurdum. Bu gizemli yolculuğun sonunda başıma ya çok paris olaylar gelecekti ya da ölecektim. (Küçüklüğümden beri "güzel, harika, muhteşem" gibi sıfatlar yerine paris demeyi tercih etmişimdir hep.) İlkinin gerçekleşeceğini umut ederek duraksamadan devam ediyordum yola. Hem kim, neden beni öldürmek isteyecekti ki? Yere bastığımdan bile emin değildim artık. Gölge sessizliğini koruyor, önümde tüm ihtişamıyla bana rehberlik etmeye devam ediyordu. O da neydi öyle? Aniden, yanımdan parlak bir şey geçti. Yıldız mıydı? İyi ama, bir yıldızın yanımdan geçmiş olma olabiliritesi hiç de muhtemel değildi ki! Bay Gölge buna hiç de şaşırmış gibi görünmüyordu. Attığım her adımda merakımın biraz daha esiri oluyordum. Ve sonunda yine aynı fısıltı: Geldik! Nereye geldik bilmesem de içimde bir rahatlama hissettim. Bir anda her şey aydınlandı. Güneşin doğuşunun hızlandırılarak birkaç saniyeye hapsedildiği bir film sahnesinde gibiydim. Gördüklerime şaşırsam mı sevinsem mi bilemedim. Tim Burton filmlerinden fırlama insan tiplemeleri, pamuk şekerinden kafeler, midye kabuklarından restoranlar, içki şişelerinden barlar ve parlak toplardan diskolar... Gölgeye dönüp "Burası çok paris bir yermiş." dedim. "Burası zaten Paris." dedi. Gülümsedim. Küçükken inandığım düşler ülkesinden bahseden o masallar resmen gerçek olmuştu. Bir Alice değildim belki ama kesinlikle harikalar diyarındaydım. O sırada, giderek belirginleşen bir ses daha duydum. "Banu kalk artık, öğlen oldu kızım."

22 Haziran 2010 Salı

Twitter: Biri Bizi Gözetliyor

Her oluşumun kendine göre kuralları vardır. Yazılı ya da yazısız... Bir şekilde kendilerini belli etmeyi başaran kurallar... Twitter'ın da kendine has bazı kuralları var işte. Yazdıklarınızın binlerce hatta milyonlarca kişi tarafından okunması, her yazdığınız cümlenin retweet edilmesi tamamen ne kadar ünlü olduğunuzla doğru orantılıdır mesela. "Sabah kalktım, kahvaltı yaptım.", "Sütümü içtim yatıyorum.", "Tostumu yedim, bekliyorum.", "Tuvalete gittim biraz önce, nasıl rahatladım anlatamam." tarzında bir ilkokul öğrencisinin günlüğüne yazdıklarından daha beter cümleler yazmalarına rağmen herkes onları izlemeye alır. Her yazdıkları olay olur. Çünkü onlar ünlüdür ve birçok insan tarafından hayatları hep merak edilmiştir, edilmektedir ve hiç şüphesiz ki edilecektir. Paparazzilik denilen şeyin ortaya çıkması da bu yüzdendir. Bir de "twitter ünlüsü" denilen bir kavram ortaya çıkmıştır ki onlar diğer ünlülere oranla biraz daha kendi çabalarıyla bir yerlere gelmeyi başaranlardır. Belki sessiz kalmış bir dünyanın sesi oldukları, birçok kişinin dile getiremediklerini dillendirdikleri için belki de sadece güzel yazdıkları için izlenirler. Zaten adınız "twitter ünlüsü" olarak anılmaya başlamışsa işiniz artık çok daha kolaydır. Çünkü insanlar belki kavramda gördükleri "ünlü" sözcüğü yüzünden tamamen bilinçaltından gelen bir sesle belki de "Herkes beğeniyor, izlemeye alıyorsa demek ki iş var bunda. Benim neyim eksik ben de izlerim!" mantığıyla sizi izlemeye alır. Çok da yabancı olmayan bir durumdur bu aslında. Zira kendisi bildiğimiz sürü psikolojisidir. Twitter'da dönüp duran, izleyici sayısıyla doğru orantılı olarak çok ilginç noktalara ulaşabilen bu güç gösterilerini takmadan sadece arkadaşlarıyla haberleşmek, eğlenmek amacıyla bu hizmetten faydalananlar da var ki onlar belki de en iyisini yapıyorlar. Bu da ben, kendim hatta ta kendim efendim: http://twitter.com/BanuDemir
Hangi gruptan olduğuma siz karar verin ;)

14 Haziran 2010 Pazartesi

Home Sweet Home

Finallerin bitişini tatilin başlangıcı sayan zihniyete oldum olası nanik yapasım gelir. İsa'nın doğumunun milat sayılması bile daha mantıklı sebeplere dayanır. Zira final kağıtlarının okunması, notların açıklanması, objection tarihleri ve saatlerini kaçırmama telaşı, küçücük odaya sığdırılmış 11 koli, 1 valiz ve 2 çantalık eşyanın düzgün bir şekilde toplanması ve taşınması en az finaller kadar sinir, stres yaratan olaylardır benim için. Şüphesiz ki finaller bittikten sonra sabah sekiz buçuktan akşam beş buçuğa kadar, yarım saatte bir 6 kat inip çıkmak suretiyle çamaşır yıkayıp kurutup ütüleyen bendim. Hatta ve hatta ertesi gün o hayvanat kadar eşyayı toplayıp akşam uçağa yetişen de bendim efendim. Vücudumdaki laktik asit miktarını tavan yaptırmış bitmek bilmeyen bu 2 günün sonunda havalimanına 2saatte ulaşmış olmam, olması gerekenden 8 kilo fazla bir valiz hazırlamam, extra para ödemem, oradaki görevlilere eğlence çıkarmış olmam hiç de umrumda olmadı açıkçası. İşin ucunda Ankara'dan Antalya'ya dönmek, aileye kavuşmak ve dile kolay 3 aylık bir tatil var sonuçta. 7-8 gün boyunca günde toplasan 1-2 saat anca uyumuş, beyni artık kendini devre dışı bırakmış ayaküstü rüyalar görmeye sebebiyet vermiş ve kasları da bu durumdan payını almış otonom sinirlerin kontrolüne geçmiş bir bünyenin kendine gelebilmesi için böyle bir tatile ihtiyacı vardı artık takdir edersiniz ki. Dünkü 12 saatlik uykudan sonra (Finaller bitince kış uykusuna yatacağıma dair söz vermiştim kendime oysaki.) tatili resmen başlatmış bulunuyorum. Darısı finalleri bitmeyenlerin başına...

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Banu Demir Kimdir, Kim Değildir?


Kendini sever çünkü kendini sevmeyen birinin başkalarını sevebileceğine inanmaz.
Uzun süredir giymediği pantolonundan para çıktığında dünyalar onun olur.
Kitap kurdudur.
Yerine göre iyi bir oyuncudur.
Her konunun maydanozudur.
Uçurtmanın kuyruğudur.
Fotoburdur.
Kendini prenses sanan küçük kız çocuğudur.
Koli koli brokolidir.
Ayakkabısının tekini bulamamış fake Külkedisi'dir.
Cemal Süreya'nın eksilen y'sidir.
Okulunun yüksek onurlu inekgillerindendir.
Nanik depresiftir.
Uzun hikayedir.
Taş devri mi Jetgiller mi ikilemindedir.
Poh poh perisidir.
Dengeye ulaşamamış tepkimedir.
Yumurtadan çıkan sürprizdir.
Ne istediğini bilmeyen değil pek çok şeyi aynı anda isteyendir.
Garanticidir.
Adamına göre gıcıklaşabilir.
Gece yatmaz sabah kalkmaz tiplemesidir.
Kayıp şehrin Converse’ini bir türlü yırtamamış kızıdır.
Hiçbir yere, hiçbir şeye ait olmama hissi taşır.
Ayrıntı insanıdır.
Nerede değilse orada mutlu olacakmış sanır.
Kulağında ipodu ile gezerken klip tadında yürüyen insandır.
Maskaradır.
Dokuz canlıdır.
Bütün hakkı saklıdır.
Kararsız değil birden çok kararı olandır.
Eşek kadar olmuştur ama hala çizgi film izlemeye bayılır.
Tabuya aranan dördüncüdür.
Beşiktaş’tan başka takım tutacağına aklından sayı tutar.
Buzdolabının önünde kısa süreli dikilme sendromu yaşar.
Sürekli not tutar.
Fotosentez yapar.

18 Mayıs 2010 Salı

Çarpık Eğitim Sistemi ve Çarpık Bacaklar

Ne yazık ki, Türkiye'deki eğitim sistemi gerçekten de en az Ikınsu'nun bacakları kadar çarpık! Belki klişe ama gerçek. Milli Eğitim Bakanlığı da kızların eteklerini kıvırmasına kafayı takmış, sanki bütün sorunları halletmiş de bir tek o kalmış gibi. Öyle bir eğitim sistemi ki bu; öncelikle en iyi, en çok para kazandıran ya da en popüler, en çok tercih edilen meslekler sıralanır; sense artık o meslekler için okuman gereken bölümlerden en iyi hangisini tutturabilirsen ona kapağı atıverirsin. Sorgusuz, sualsiz... Çünkü önünde ÖSS denen öylesine çılgın bir sınav vardır ki onun için sabahtan akşama, akşamdan sabaha çözdüğün sorular artık milyonlara ulaşmıştır. Dolayısıyla hayatında daha fazla soruya yer yoktur. Zaten beynin de o tarz sorularla uğraşmak için programlanmamıştır. Hemen hemen öğrencilerin %90'ı bu Bizans oyunlarına kanar ne yazık ki. Çünkü ona ne istediğini, neler yapabileceğini düşünme fırsatı verilmez. Verilirse, istenmeyen sonuçlar daha doğrusu bölümler doğuracağından korkulur. Liseye kadar karnesinin "Hepsi Beş" olan tiplerdendim. Liseye geldim ve aynı geleneği devam ettirdim. Böylesine başarılı her öğrenciden bekleneceği üzere ben de haliyle sayısal seçtim. İyi kötü liseyi de "Hepsi Beş" olarak bitirdim. ÖSS'ye girdim ve ODTÜ'ye geldim. Bu zaman zarfında bazen konservatuara gitmeyi bazen güzel sanatlar seçmeyi bazense herhangi bir yabancı dil bölümüne girmeyi düşünmedim değil. Ama hiçbiri "böylesine başarılı, zeki" bir kızdan beklenecek şeyler değildi. Bunlar olsa olsa onun hobileri olabilirdi. Nitekim öyle de oldu. Çarpıklıktan demişken üniversitelerden bahsetmemek olmaz tabi. Duyduğum kadarıyla öyle üniversiteler varmış ki, ilk dönem üçüncü sınıfın birinci dönem dersleri alınırken, ikinci dönem ikinci sınıfın ikinci dönem dersleri alınabiliyormuş. Alın size çarpıklığın önde depar atanı! Mesela bizde de ortalamanın 100 üzerinden 20'nin altında çıktığı sınavlar oluyor. İşlerine geldiğinde "Siz Türkiye'deki öğrencilerin kaymak tabakasısınız, hepiniz belli bir zeka seviyesinin üzerinde olduğunuzu kanıtlayarak buraya geldiniz." diyen bazı hocalar böyle bir ortalamadan sonra bütün suçu öğrencilere atmaktan hiç de çekinmiyor ne yazık ki. Belli bir zekaya sahipsek ve ne kadar disiplinli olduğumuzu ÖSS'de gösterip buraya gelmişsek öyle bir ortalamadan sadece biz sorumlu tutulamayız efendim. Suç belki biraz hocada belki biraz sınav kağıtlarını okuyan asistanda belki biraz sistemde belki de biraz bizdedir. Ama kesinlikle "tamamen" bizde değil. Bana kalsa tek bir fizik sorusu çözmek yerine 5 tane essay yazmayı tercih ederdim, ya da bir calculus sınavına girmektense yüzlerce ansiklopediyle dolu kütüphaneye girip A'dan Z'ye her şeyi ezberlerdim. Ama istediklerimi yapmak yerine inatla yapamadıklarım için uğraştım. Eğer buna rağmen başarısız oluyorsam suçu biraz da kendinde aramalı bazıları. Pablo Picasso olabilecek bir görsel dehadan pratisyen doktor yaratan, Beethoven olabilecek kadar müziği yalamış yutmuş birinden vasatın altında mühendis yetiştiren sisteme lanet okuyorum. Herkesten bir Einstein olmasını beklemeyin. Son olarak siz yetkililere sesleniyorum. Kızların çarpık bacaklarıyla uğraşmayı bırakın, çarpık eğitim sistemine bir el atın!

16 Mayıs 2010 Pazar

METU Spring Fest '10

Şenlikten mini mini notlar:
1. Renkten renge, şekilden şekle girmiş gözlükler takmak in! Evet, bu sene bir zencinin yapması gereken her şeyi yaptık biz!
2. Apaçi sıtayla dans in! Meğer herkes bir sinsi, herkes bir mini çakalmış. Herkes öyle dans etmeyi biliyormuş da bizim haberimiz yokmuş. Hangimiz biraz apaçi değiliz ki dediler ve affetmediler, müziğe eşlik ettiler.
3. Kovboy şapkaları in! Söz konusu şapka olursa alırım ve takarım. Bu kadar basittir bu denklem. Tam 30500 kez "Pardon, şapkanızla bir fotoğraf çekinebilir miyim?" sorusuyla başlayan abazalıklara davet çıkarmış olsa bile! Bu soru öyle bir soru ki cevap vermediğiniz zaman evrim geçirerek "Şapkanı ver!" şeklinde kabalaşabiliyor da. Dikkat!
4. Melekler ve Şeytanlar in! Melek görünümlü şeytanlar da türedi hatta bu sene. İnsanlar orjinal, yapacak bir şey yok!
5. Siyah beyaz "ODTÜ Hatırası" fotoları in! Öyle bir fotoya sahip olmadan kimse mezun olmak istemez herhalde.
6. Minik kavunların içine tepeleme doldurulmuş dondurmalar in! Hmmm yamnnggg!
7. Şenlik günü gidilmesi zorunlu olan 8.40 dersleri out! Zira şenliğe daha kargalar bile bokunu yemeden şeklinde tabir ettiğimiz saatlerde başlamak hiç hoş olmuyor.
8. Şenlik günü gidilmesi gereken lablar out! Akşam 5 buçuktan sonra labdan çıkıp, o gün için şenliğin giriş gelişme kısmını kaçırmak suretiyle direkt sonucuna dalmak adaptasyon sorunu yaratabiliyor bünyede.
9. "Ben kimim, burası neresi?" out!
10. "Burası kim, ben neresiyim?" in!
11. Her ne kadar sinir katsayısını sonsuza çıkararak da olsa derslere gitmek in! Evet, biz böyle bir arkadaş grubuyuz. Şenlik boyunca ders kaçırmadık, sınavlarımıza girdik, her şeyimizi zamanında teslim ettik. bkz: adam olacak çocuk
12. Duman'ın istisnasız her konserinde attığı fake out! Elemanlar sahneden indi. "Bir daha, bir daha." sesleriyle inleyen stadyuma bakıp yaptı biraz ego tatmini ve ardından geri geldi. Şakacı Duman seni. Daha önce konserlerine gelmemiş olsak yerdik bu numaranı belki.
13. Sulukule Roman Orkestrası'ndaki elemanlardan birinin konser sırasında Meryem'ine yaptığı evlenme teklifi in! Buradan o elemana sesleniyorum. Bence yine de tekrar sormalısın bu soruyu. Zira aldığın evet cevabı o an baskı altında verilmiş bir cevap da olabilir. Ben Meryem olsam binlerce çılgın insan "Evet" diye Devrim'i yıkarken istesem de hayır diyemezdim. Meryem'e mi acısam sana mı bilemedim şimdi!
14. "Treasure Hunt" in! O artık bir klasik! O artık bir olmazsa olmaz!
15. Hırkasını üzerinden hiç çıkarmayan Abuzittin in! Nerede ne zaman görsek o hırka vardı üzerinde Abuzittin! Birileri japon yapıştırıcısıyla mı yapıştırdı üzerine onu anlamadık ki? Artık kokmadı mı, kirlenmedi mi o hırka, merak ediyoruz. Annenin karnında bile o hırkayı giydiğini düşünmeye başladık haberin olsun!
16. Pembe gömlekli, ifadesiz, kalas gibi dans eden eleman out! Üzgünüz seni gerçekten hiç beğenmedik. Göz kirliliğinden ibarettin!
17. İçip içip arabaları sallamak out! Yapmayın, gerek yok böyle şeylere gençler.
18. Tunalı kaçamağı in! My name is Banusu. Banusu özel isim olduğu için değişmez. Hıhı evet!
19. Madonna Don't Tell Me hesabı in! Yine bir şapkanın sebep olduğu, yediğim laflardan biri. Güldürdün bizi Şemsettin!
20. "Turkish Kovboylar" şarkısı in! Çok yaratıcısınız gençler(!) Kovboy kılığına girmiş bir haldeyken benim için o şarkıyı söylemek aklınıza nereden de geldi öyle?!
21. "Gençken yapılacak 100 şey" in! Yaparım ki ben dedim. Üzerimde dalgıç kıyafetim, ayaklarımda paletlerim, yüzümde koca bir dalış gözlüğü ve şnorkelim... İnsanlara "Kayboldum, Akdeniz ne tarafta acaba?" dedim. "Valla şu an ne desem yalan olur.", "Ne diyeceğimi bilemiyorum.", "Sen şu tarafa doğru git, radyo var orada sana gösterirler Akdeniz'i." dediler. Hayatımda daha önce hiç bu kadar çok benimle fotoğraf çektirmek isteyen insan olmamıştı herhalde. Beni sizler yarattınız. Hepinize konserde çılgınlar gibi alkış almış sanatçı edasıyla "Çok sağoluuuunnn!" diyorum.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Relationship Status: It's Complicated

Efendim gün geçmiyor ki Facebook sayfamı açınca yeni bir "relationship" görmeyeyim! Neymiş Bıdı Bıdı Hede Hödö ile aşna fişna yapmaya başlamış. Bunu bilmek istediğimi de nereden çıkardın acaba sayın Facebook?! Altına hemen "like" yapıştıranlardan bahsetmek dahi istemiyorum. Zira biraz kırıcı olabilirim. Sonracığıma Berkecan Ikınsı ile mercimeği fırına vermiş. Böyle bir durumda beni tek alakadar eden şey "Mercimek pişmiş mi, pişmemiş mi? Piştiyse nerede?" olur. Bir de Abuzittin var, Zübeyde ile seviyeli bir ilişkisi olan. Laf aramızda, bu çift gerçekten de çok sıkıcı. Yanlış anlaşılma olmasın, sevgilim yok diye insanları kıskanıyor değilim. Durum sandığınız gibi olsaydı, şu an yazı yazmak yerine, elimde çürük domateslerimle kapılarına çoktan dayanmış olurdum. Bazı Sevgililer Günü'nde bunu yapmak içimden geçmiyor değil aslında. Takdir edersiniz ki ben tek başıma sinemaya giderken, kendi kendime hediyeler alıp avunmaya çalışırken, etrafımda her şeyi "kuşlar, böcekler, çiçekler" olarak gören, kendini harikalar diyarında sanan Alice çakmalarının varlığı rahatsız edici olabiliyor. Yakışıklı birini gördüğünde ve o sana gülümsediğinde hani kalbin kızarmış ekmeğin üzerindeki tereyağı gibi erir ya, işte sayenizde ben de bu duyguyu artık alışveriş yaparken hissetmeye başladım beyler. Zaten eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, hangi erkek bir mağaza kadar iyi davranabilir ki? Hangi erkeği size uymadığını gördüğünüzde gidip iade edebilirsiniz ki? Hangi erkek için her zaman sevgilisi haklıdır ki? Ama mağazalarda sıfatınız müşteridir ve her zaman haklısınızdır. Bir sevgiliye sahip olmanın elbette mükemmel yanları da vardır. Mesela regl olduğunuzda triplerinize katlanmak zorunda olan biri kulağa hiç de fena gelmiyor. Ya da boş zamanlarınızda odanızda kös kös oturup blogunuza yazılar yazmak yerine, yazmak istediklerinizi yaşayabilirsiniz de. Çünkü sevgilinizin olması demek, size her zaman eşlik edebilecek birinin olması demektir. Zaten bazıları aşkı yazar, bazılarıysa yaşar. Her neyse, amacım Küçük Emrah modunda bakışlar atıp kendimi acındırmak değil. Belki bir sevgilim yok ama bana en az onun kadar değer veren arkadaşlarım var. Bugüne kadar hiçbir telefonumu geri çevirmeyen, her zırlamamda yanımda olan, her saçmalayışımda bana katılan, her mutlu anımda bir şampanya patlatan arkadaşlarım... Hani ilkokulda falan "En iyi arkadaşınızı anlatın." temalı şeyler yazmamızı isterlerdi ya, ben hiçbir zaman yazamadım. Sorun yazmakta değildi. Sadece en iyi arkadaşım diyebileceğim biri yoktu. Onlar birden çoktu. Benim birbirinden mükemmel arkadaşlarım vardı ve hepsi en iyiydi. Kim olduğunuzu gayet iyi biliyorsunuz. Sizi çok seviyorum. Xoxo... Gossip Girl ;)

18 Nisan 2010 Pazar

Yükseleni Aslan Olan Zavallı Balık Burcu

Ta kendisiyim efendim. Bardağa dolu tarafından bakacak olursak (ki bu taş çatlasa birkaç damla eder) benden dengelisi, benden güçlüsü olamaz bu dünyada. Bütün zıtlıkları bir bünyede toplamayı başarmış, hayalperestin önde depar atanıyken bir o kadar da rasyonelin tekiyim ne de olsa. Yani en azından böyle beklentiler içinde olanlar var. Ama size bir sır vereyim, yükseleni aslan olan bir balık bilimsel bir inceleme konusu olabilecek kadar dengesizdir aslında. Kendimden biliyorum. Öncelikle, aşırı mantıklılık ve aşırı duygusallık kavramlarının tek bir insanda toplanma durumu hiç de kuvvetle muhtemel değildir. Hatta olasılığa vuracak olursak işi, 0'ın altında 10 derim ben! Balık dediğin kırılgandır, aslansa güçlü. Sorun da tam olarak burada başlıyor. Bu durumda yükseleni aslan olan bir balık biraz kırılgan biraz güçlü yani çok da dengeli bir karakterdir diyemeyiz malesef. Çünkü sonuçta oluşan kişi kendini güçlü mü güçlü sanan dolayısıyla ne derece kırılgan olduğunun farkında bile olmayan bir zavallıdır aslında. Her ne kadar aklıyla hareket ettiğini düşünse de, mantığının önüne hiçbir şeyin geçemediği tek yer bile hayalleridir. Aslanın sabit fikirleri vardır mesela, balığınsa bir saatinin diğerine uyduğu görülmemiştir. Anlatmak istediğim şu ki; mantığın ve gücün sembolü aslan ne yazık ki balığın duygusal ve kırılgan yanını tam anlamıyla ele geçirmeyi başaramaz. Bu yüzden kafası zaten sürekli karışık olan balığı çözülmesi imkansız bir kördüğümün ortasında bırakır da gider ancak. Nasıl değer vermek sadece matematikte işe yarayan bir yöntemse, zıt kutupların birbirini çekmesi de yalnızca fizik için geçerli bir kanundur. Şimdi lütfen dengesizliğimin kusuruna bakmayın. Ben gerçekçi biri olduğumu düşünürken, aslında kendi hayal dünyamda yaşadığımı yüzüme vurmayın. Bu rüya için uyuyayım, bırakın.
PS: İnatla bana ayna tutmak isteyen olursa, kendisini -10 derecede balık tutmaya davet ediyorum şimdiden. Ardından, balta girmemiş bir ormanda aslanın tekine yem oluruz belki. Maksat karınlar tok olsun.

27 Mart 2010 Cumartesi

God Is An Engineer

Bir arkadaş ortamında tıp okuyanlar ballismus, iktus, opistotonus diye artistlik yaparken mühendislik öğrencilerinin onlara sadece calculus cevabını verebilmesi ne de acı! Evet, itiraf etmeliyim ki hep bunun ezikliğini yaşadım, yaşıyorum ve yaşayacağım galiba. Benim için 14 mart Dünya Pi Günü, Einstein'ın doğum günü ve benim doğum günümden ibaretti. Bu kesinlikle bir tesadüf değildi. Babam içinse 14 mart demek öncelikle benim doğum günüm, sonrasında ise Tıp Bayramı demekti ve bu da bir tesadüf değildi. Sonuç olarak inatçının önde depar atanı olaraktan tıp yerine mühendislik okumayı tercih ettim. Bununla da yetinmeyip ODTÜ'ye geldim. "Yok artık, biz de abarttık ama çikolatasını abarttık sonra kekini kabarttık." gibilerinden biraz garip biraz iğrenç biraz da medyatik söylemlerle belki sizin görüşünüzle esprilerle beni eleştirdiğinizi duyar gibiyim. Öncelikle şunu öğrendim ki, ODTÜ'ye mühendis olmaya gelip "mööhendis" olup çıkıyorsunuz efendim. Arkadaşlarınız sizinle inek diye dalga geçerken siz onu bile e-neck diye anlıyorsunuz. Artık günde 2-3 saatten fazla uyuyabildiğim günlerimi özler oldum. Sürekli bir şeyleri ihmal ederek imkansız hesaplamaları yapar hale geldim. İleride alışkanlığa dönüşüp hayatımdaki önemli birçok şeyi ihmal etmeme sebep olabiliritesi kuvvetle muhtemel görünmesine rağmen, bu ihmal etme durumunun hesaplamalarla sınırlı kalmasını diliyorum. Bazen öyle anlar geliyor ki kafamı duvara sürtüp kıvılcım çıkarmak istiyorum. Hatta sonra abartıp "Oluşan sürtünme kuvvetini, duvarın sürtünme katsayısını, açığa çıkan ısıyı falan da hesaplar neşemi bulurum." diye geçiriyorum içimden. Biz ki, bir parça koparırken tuvalet kağıdı rulosuna kazandırdığımız açısal hızı, momentumu bile hesaplamış mühendis adaylarıyız. Biz ki yıllar yıllar öncesindeki Dünya Kupası maçlarında Hakan Şükür'ün İlhan Mansız'a gönderdiği pasın sinüs bileşeninin birkaç milimetre fazla olmasıyla birlikte atılabilecek golü hesaplayıp böyle bir şansı kaçırdığımıza üzülebilen çılgınlarız. Biz ki o permütasyon senin bu kombinasyon benim diyerekten türevini aldığımız hayata nanik yaparak integrali çakan muzurlarız. Biz ki "Oku, Düşün, Taşın, Üşüt" felsefesinden bir haber, açılımını Orta Doğu Teknik Üniversitesi sanarak ODTÜ'ye gelmiş zavallılarız. İşte tam olarak da bu yüzden ODTÜ'lü düşünüp tasarlıyor, İTÜ'lü yapıyor, Boğaziçi'li de kokteyline gidiyor. Gelin görün ki insan beyni bilgisayar misali. Hergün yeni bir değil on değil yüzlerce yeni bilgi yüklemek zorunda kalıyoruz. Fakat her bilgisayarın olduğu gibi her insan beyninin de kendi yarıçapında bir kapasitesi var. Yeni bilgileri yüklemek için eski gördüklerimizi, işimize yaramayacağını düşündüklerimizi seçip siliyoruz ne yazık ki. Sonra da alın size ezberci eğitim damgası! Böyle Bizans oyunlarını yemeyecek kadar büyüdük gelin görün ki. Rica ediyorum, format atmak zorunda bırakmayın bizi. Ve son olarak "Bir de siz Türkiye'nin kaymak tabakası olacaksınız." diye bize bir güzel fırça çeken sevgili hocama "Dünya'nın en büyük başarıları onların imkansız olduğunu anlayacak kadar zeki olmayan kimseler tarafından başarılmıştır." demek istiyorum.

11 Şubat 2010 Perşembe

The Curious Case of Banu Demir

Bir Benjamin Button olduğum gerçeğini dün gece uykuyla uyanıklık arasındayken fark ettim. Yıllar yıllar önceydi. Daha anaokuluna yeni başlamıştım. Şubat tatilinde Alanya'ya gitmiştik efendim. Ayşe Teyze gördü beni. "Ne kadar da büyümüşsün Banu." dedi. Bense bu lafı duymaktan bıkmış olduğumdan mı yoksa Ayşe Teyze'ye olan gıcıklığımdan mı bilmiyorum, "Evet, biraz yemek ve biraz suyun yapamayacağı şey yok gerçekten." demiştim. Yanımda anneannem dumur olmuştu. Ayşe Teyze dersini almamış olacak ki "Şimdi sen kaçıncı sınıftasın? 4 mü, 5 mi?" gibi bir soru daha yöneltti. Suratına baktım, dalga mı geçiyor acaba diye; ama gayet ciddiydi. Aradan yıllar geçti. 8. sınıfa geldim. Artık dolmuşta, otobüste falan öğrenci olduğuma inanmamaya, öğrenci kimliğimi istemeye başlamışlardı. Ardından Liselere Giriş Sınavı sonuçları açıklandı. Kazanmıştım! O yaz tatilinin bir kısmını Ankara'da geçirdik. Kuzenim orada arkadaşlarıyla falan tanıştırmıştı beni. "Kuzenim Banu, bu sene sınavı kazandı." gibi bir tanıştırma cümlesinin ardından gelen soruya bakın! "Öyle mi, hangi üniversite?" Hadi şimdi gel de böyle bir soruya "Ben aslında şey... Kem küm... Hede hödö... Lise hazırlık olacağım bu sene." de. Diyebilirsen de yani! Ben dedim şahsen. Bu cümlemin ardından beni garip bakışlardan kurtarmak için kuzenim "Kendisi Antalya'dan geldi." diye bir açıklama yapma gereği duydu. "Ha, belli zaten sulak yerde büyümüş!" kelimeleriyle kahkahalar bir olup hoş bir melodi oluşturdu ortamda. Tabi kime göre, neye göre?! Sonra, evde oturduğum zamanlarda sıkılıyorum diye "Komşunun kızıyla tanıştıralım seni, aynı yaştasınız." dediler. Neyse efendim, komşunun kızı geldi. Boyu anca belime falan geliyordu. Kardeşim bile daha büyük görünüyordu ondan. Bu durumda komşunun kızı mı komplekse girmeliydi, yoksa ben mi komplekse girmeliydim hiç bilememiştim. Kısa bir süre sonra kuaföre gitmiştim. Saçımı yapan kız "Buralı gibi görünmüyorsunuz, eşiniz mi buralı?" diye sordu bana. Ve malesef bu soru da şaka değildi! Bozuntuya vermedim, "Yok ben okuyorum daha." diye cevapladım. Kız inatla soru sormaya devam ediyordu. Sıradaki "Öyle mi, hangi üniversite?" oldu. Yine küçük bir kem kümün ardından liseye yeni başlayacağımı söyledim. Kız resmen dehşet dolu gözlerle bana baktı. "Kaç yaşındasın ki sen?" dedi. Lise yıllarımda da aynı problem beni takip etti. Plajda yanıma gelip tanışmaya çalışan Rus turistlerin yaşımı 21-22 diye tahmin ettiği zamanlarda ben sadece 14 yaşımdaydım! Aslında bazı avantajları da yok değildi. Mesela yazları hiçbir bar ya da diskoya girmek için kimlik göstermemi istemiyorlardı benden. Çünkü zaten 18'den büyük olduğumu düşünüyorlardı. Peki ya şimdi? Birkaç hafta önce kuafördeydim yine. Yöneltilen soru "18 var mısın sen?" oldu bu sefer. Artık otobüse falan bindiğimde öğrenci dediğimde kimse sorgulamıyor, paso bile göstermemi istemiyor. Bir bara girmek istediğimde mutlaka kimliğimi görmek istiyorlar. Hakkımda söylenen ağırbaşlı, hanım hanımcık, olgun sıfatları yerini tatlı, bıcır bıcır, muzur gibi sıfatlara bıraktı. Anlayacağınız, yıllar yaşça büyümeme sebep oluyordu ama görünüşüm de bir o kadar küçülüyordu. Ama şimdi buna sevinmeli miyim, üzülmeli miyim bilmiyorum. İcabında, "Ingaaa" diye zırlayacağım günler yakındır bu durumda...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Modern Kadın mı, Süper Kahraman mı Belli Değil!

Son birkaç yıldır gündemden hiç düşmeyen bir konu olmayı başarmıştır "modern kadın" kavramı. Modern kadın, yeri geldi bir makyaj harikası olarak düşünüldü; yeri geldi elinin hamuruyla erkeklerin işine burnunu sokan kadın olarak tanımlandı; yeri geldi kolay ulaşılabilir ve ucuz sanıldı! O ise, bir köşede sessiz sakin bir şekilde sadece okumakla yetindi hakkında yazılanları. Çünkü biliyordu ki, söyledikleri böyle insanların beyinlerinden sekip gidecekti suda kaydırılan taşlar gibi. Gerçekte kimdi bu modern kadın, peki? Mükemmel bir anne, yıllar geçmiş olmasına rağmen eşine hala ilk tanıştıkları gün olduğu gibi seksi, güzel ve sempatik görünebilen bir sevgili, her işten anlayan bir ev kadını, hemen hemen sanatın her dalıyla ilgisi olan bir entellektüel ve iş hayatında da oldukça başarılı biri... Evet, ta kendisi! Peki geçip giden bu yıllar "modern kadın" tanımını bu derece genişletmişken neden "modern erkek" kavramında bir değişime sebep olmamıştı. Modern erkek yine aynı erkekti. İşine gider, parasını kazanır, evine döner. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusudur?! Anlaşılan, yıllarca çalışmasına dahi izin verilmemiş olan kadın, artık modern sıfatına layık olabilmek için bütün bu şeyleri tek başına başarmalıydı. Artık bir "süper kahraman" olması bekleniyordu ondan. İşler böyle olunca "Modern yaşam evliliği öldürüyor mu?" sorusu ortaya çıktı. Oysaki, evliliği öldüren modern yaşam değil, modern kavramının erkek ve kadına eşit bir şekilde paylaştırılmamış olmasıydı. Ev işlerinde eşine yardımcı olan, çocuklarıyla ilgilenen, işinde başarılı, bazen sırf eşini mutlu etmek adına tuttuğu takımın maçını izlemektense operaya bilet alabilen, anlayışlı bir erkek olsaydı "modern erkek"in tanımı, işte belki o zaman gerçeğe dönüşürdü günümüzün evcilik oyunları.

31 Ocak 2010 Pazar

Mütevazı Bir Narsistim Ben!

Herhangi bir konuda yanlış bilgilere sahip olmakla kalmayıp bu bilgilere dayanarak karşısındakileri eleştiren insanlara kesinlikle tahammülüm yoktur. Mesela, kendini sevmekle kendini beğenmiş biri olmak aynı şeyler değildir. İnsanın kendini sevmesi gerekli bir şeydir, çünkü kendini sevemeyen biri başkalarını da sevemez. Ben kendini beğenmiş biri değilim. Sadece artılarımın ve eksilerimin farkındayım, elimden geldiği kadar yanlışlarımı düzeltmeye çalışıyorum ve kendimi böyle kabul ediyorum. Bu farkındalığa dayanarak kimse bana kendini beğenmiş etiketi yapıştıramaz. Karşınızdaki biri size "Bugün harika görünüyorsun." dediğinde verebileceğiniz üç temel cevap vardır, bu cevaplar da sizin kişiliğinizi yansıtır. İlk olarak, "Evet, biliyorum. Ben her zaman harikayımdır zaten." gibi bir cevap verebilirsiniz ki işte bu sizin narsistlik hanenizde artı bir puan demektir. Ya da, "Teşekkür ederim." gibi gayet kısa, öz ve kibar bir cevabı seçebilirsiniz ki bu olması gerekendir. Mütevazılık hanenize artı bir puan eklenmiştir. Son olarak, "Yok canım, berbat görünüyorum. Gözlerimin altına bir baksana. Saçlarım da yağlı biraz. Bu etek bacaklarımı da çarpık göstermiş. Sanki biraz da ruhsuz bakıyorum. Resmen zombiye benziyorum ya." şeklinde bir cevap seçebilirsiniz ki işte şimdi durum biraz vahimdir. Böyle bir cevabın iki sebebi olabilir. Ya kişi gerçekten kendini sevemiyordur, ne kadar kötü yanı varsa hep onları görüyordur; ya da kendi çapında mütevazı görünmeye çalışıyordur. Ama mütevazılık kesinlikle bu değildir. İnsanın kendini olduğundan daha küçük görmesi ya da göstermesi, başarabileceği şeyleri başaramayacağını söylemesi tamamen zavallıca ve ödlekçe bir davranıştır. Genellikle böyle bir davranışla içten içe insanların beklentilerini azaltmak amaçlanır. Oysaki mütevazı olarak tanımlanan insan yeteneklerinin farkındadır, sadece bunları reklam malzemesi olarak kullanmaz. Mütevazı bir insan kalitelidir. Kendisine söylenen şeylere alçakgönüllülükle cevap veriyorsa ya da küçük bir gülümsemeyle teşekkür ediyor sesini çıkarmıyorsa kalitesindendir. (Bir de mütevazi ile mütevazı kelimelerini karıştıranlar vardır ki bu konuya hiç uzun uzadıya girmek istemiyorum. Mütevazı demek alçakgönüllü demektir, mütevazi ise birbirine paralel olan şeyler için kullanılır efendim. Küçük çapta bir cinnete sebep olmayalım, lütfen dikkat edelim.) Sonuç olarak, umarım bir daha birileri bir iltifat karşısında sadece kibarca teşekkür ettiğim için, karşılığında kendimi yerden yere vuracak cümleler kurmadığım için ve kendimi bu halimle kabul ettiğim için hakkımda narsistin teki diye düşünmez. Çünkü diğer sefere tekrar bir uyarı yapacak kadar insaflı olmayabilirim. Ve evet, bu bir tehdittir. Yerseniz!

30 Ocak 2010 Cumartesi

İnsanlar İzah Edemediklerini Mizah Ederler!

Kimileri uzun uzun sayfalarca yazmayı tercih eder, kimileri kelimeden tasarruf edip şiire yönelir, kimilerininse tasarruftan anladığı tek bir karenin içindeki çizgilerle onlarca sayfalık bir olayı anlatabilmektir. Bu karelerin birçoğu güncel olaylar üzerinedir. İsteyen elbette daha kalıcı, genel bir konu seçebilir. Karikatür, özellikle gençlerin gözdesidir. Arkadaş ortamında, herhangi bir karikatürden alınmak suretiyle yapılmış olan bir espriyi anlamamak, dışlanma hatta dışkı muamelesi görme sebebidir. Eğer bir kişi bir karikatüre gülmüyorsa bunun iki anlamı olabilir: Ya karikatürde anlatılana katılmıyordur, tam tersini düşünüyordur ya da karikatürü anlamamıştır. Karikatür demişken Selçuk Erdem, Yiğit Özgür, Umut Sarıkaya, Uğur Gürsoy gibi üstadları saymadan edemeyeceğim. Hele ki "Fırat"ı okurken aldığım keyfi tarif edebileceğim kelimeler ne yazık ki henüz türetilmiş değil. Ağzından çıkan her cümle istisnasız dillere dolanır, slogan olur. Elinizde olmadan Fırat gibi konuşmaya başladığınızı görürsünüz bir süre sonra. "Eneem, ne de güzelmiş ki senin bu kazağın.", "Yok yea, bununla bir şey yaparım ki ben!", "Komedi şakası filmi izleyelim mi?", "Kızı ağzından öptü filmde!", "Bilgisayarda ders bileceğim ben anne.", "Meğerse burası benim evimmiş.", "İnnatayna, subaneke dinimiz amin." gibilerinden cümleler hayatınızın bir parçası oluverir sinsi gibi. Bu cümleleri kullandığınız ortamlardaki insanlar da Fırat okuruysa sorun yok, fakat böyle bir bücürün varlığından haberdar değillerse işte o zaman sizin akıl sağlığınızdan şüphe etmeye başlayabilirler. Yine de... Beslenir ki bu çocuk!

27 Ocak 2010 Çarşamba

"Tim Burton" bir yaşam tarzıdır!

Her ne kadar bazılarına göre Tim Burton, IQ'su ayakkabı numarasından ufak olan bireyler için filmler çeken başarısız bir yönetmen olsa da birçok kişiye göre onun adını bile görmek yeterlidir bir filme gitmek için. Dünya üzerinde kaç tane yönetmen vardır ki; şu an yaşadığımız olayları çocukluk hallerimizle yorumlayabilmemizi sağlayan? Küçükken yatağa girdiğimizde dinlemekten zevk aldığımız birbirinden acayip bir o kadar da gizemli masalların çoğunun sonunu öğrenememişizdir, çünkü uyku denen sevimli şey daha masalın bitmesini beklemeden bizi alıp başka başka masalların diyarına götürmüştür. İşte onun filmlerinde yıllarca sadece hayal edebildiğimiz sonları görürüz. İster kısa olsun ister uzun, her filmiyle izleyicisini tatmin etmeyi başarmış bir yönetmendir o. Hepi topu 6 dakika dahi sürmeyen Vincent'ı izlerken bile, hangi duygusuz kalkıp filmden etkilenmediğini söyleyebilir?! Balmumuna daldırılmış bir teyze, zombiye dönüşmüş korkunç bir köpek, Edgar Allan Poe, diri diri gömüldüğü sanılan fakat aslında olmayan bir eş, annenin çiçekliği çıkan kazılmış bir mezar, ev tarafından ele geçirildiğini düşünme sorunsalı, tabuttan gelen korkunç istekler ve kırılan duvardan uzanan iskelet eller... Hepsi sadece 7 yaşındaki bir çocuğun hayal gücünün eseri. Böylesine çılgınca, inanılmaz bir dünyada ben de yaşadım itiraf etmeliyim ki. Bu yüzdendir Vincent ile özdeşleştirmem kendimi ve bu yüzdendir sırf hayal kurduğu için onu anlamaya çalışmadan bağırıp çağıran kızan annesine olan nefretim belki. Hiçkimse boyundan büyük hayalleri olduğu için suçlanamaz ki! Sonra hayatıma Beetlejuice girdi. Filmin müzikleri bile beni benden almaya yetti. Küçükken hepimiz korkmuşuzdur elbet ölü ve ruh tarzı şeylerden. İşte bu filmle daha 6 yaşındayken bütün önyargılarımı kırmıştım ben. Hayranı olduğum o çizgili çoraplardan bulup da aldırana kadar anneme dünyayı dar etmiştim açıkçası. Edward Scissorhands göründü uzaklardan, biraz masalsı. İyi niyetli ama korkutucu... Sanki bir tutam da farklı... Kalıplaşmış bir düzenin ortasında varolma çabası veren, ne yazık ki başaramayan bir zavallı... İlk o filmde gördüm karın nasıl yağdığını. Damağımda hissettim gerçek bir eleştirinin tadını. En iyi sanat yönetmenliği dalında Oscar alan Sleepy Hollow'a düştü sonra yolum. Biraz fantastik, biraz mistik... Korkak bir cesurun hikayesi... Böyle de ironik yaşar işte hayatı kendisi. Zaten cesur dediğimiz insanlar da korkmaktan korkanlar değil midir ki?! Boncuk boncuk ağlamama sebep olan Big Fish'ten de bahsetmek isterim tabi. Gerçek mi, değil mi derken deviriveriyor farkında bile olmadan insan bu koca filmi. Dakikalarca hatta saatlerce anlayamadığınız ama anlamaya çalıştığınız, uğruna kabız olduğunuz olaylar örgüsünün çözümünü izlerken pürdikkat bir şekilde, resmen orgazmı yaşarsınız o birkaç saniyede. Corpse Bride... Başka bir Tim Burton mucizesi... Beetlejuice filminde de olduğu gibi gerçek dünyanın karanlığına, soğukluğuna, kasvetine ve düşmanca hallerine inat ölüler diyarı rengarenk, canlı, eğlenceli, sıcacık ve hareketlidir. Bir yandan gülümserken dudaklarınız, diğer yandan akmaya başlar gözyaşlarınız. "If I touch a burning candel, I can't feel the pain. Cut me with a knife and it's still the same." sözleri hala aklımdadır. Emily ve onun tüm bohemliği... Tim Burton ve Johnny Depp ikilisinin ortalığı dağıttığı bir film daha... Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street! Erkeklerde "rüyalarında sürekli müşterilerini gırtlaklayan berberler görme" gibi bir sendroma ve beraberinde berber fobisine sebep olabilme olasılığı yüksek gibi görünen bu film aslında Altın Küre'nin biricik sahibi ve de sahibesidir. Sonuç olarak efendim, tüm bu yazdıklarıma rağmen Tim Burton ve filmleri hakkında hala atıp tutacak ve "Tim Burton'ı beğenmiyorum." şeklinde kendi yarıçapında onun üzerinden karizma yapmaya çalışacak birini görürsem, hiç acımam! Kafasını duvara sürtmek suretiyle kıvılcım çıkarırım! Saygılar...
Beetlejuice Beetlejuice Beetlejuice!
PS: Sadece şansımı denemek istedim...

25 Ocak 2010 Pazartesi

Teşekkürler

Bloguma yer verip yazımı yayınlamış olan HABERTURK gazetesine teşekkürü bir borç bilirim efendim. And haftanın blogger'ı ödülü goes to... Şaka bir yana, tam da finallerimin bittiği gün "Featured blogger olmuşsun!" şeklinde aldığım onlarca telefon ve mesaj hoş bir sürpriz oldu bana. Mutlu oldum. Çok mutlu oldum. Çok çok mutlu oldum! :)

8 Ocak 2010 Cuma

Final Countdown

*30500 adet bol kahvelisinden Nescafe 3'ü 1 arada aldım. Söz konusu sabahlara kadar uyumadan ders çalışmaksa anca yeter!
*Çalışılacak bütün notları ve kitapları ders ders, konu konu ayırdım, düzenledim.
*Gayet acımasız bir çalışma programı hazırladım. Mazoşist miyim neyim?!
*Programa uymadığım takdirde uygulanmak üzere bir de ceza sistemi geliştirdim.
*Gözlerimin altında morluklar oluşmaya başladı ama sorun değil.
*Bu aralar zombi gibi de görünebilirim, umrumda değil.
*Yüzümdeki sivilce sayısı da finallere kalan gün sayısıyla ters orantılı bir şekilde artış göstermekte.
*Daha önce uyku denilen şey gözüme hiç bu kadar tatlı görünmemişti. Ama yapamam!
*Eti Cici Bebe bağımlısı oldum. Bu kötü bir şey mi bilmiyorum. Trans yağ içermeyen, 12 vitamin ve 7 mineral barındıran, prebiyotik bir şey ne kadar kötü olabilir ki?
*Bazı günler kendimi derse kaptırıp yemek yemeyi de unutuyorum.
*Midemi farkında olmadan günde 6-7 litre su ile dolduruyorum.
*Öyle anlar geliyor ki kendimi gözlerimi tavana dikmiş bir şekilde bir şeyler düşünürken yakalıyorum ama düşündüğüm şeyin ne olduğunu bir türlü hatırlayamıyorum.
*Finallerin bitmesiyle birlikte ilk uçakla Antalya'ya döneceğim günü düşünüyorum, kendimi böyle motive etmeye çalışıyorum.
*Rüyalarımda bile soru çözüyorum hatta o sırada uyanabilirsem kalkıp soruyu ve çözümü bir kenara not ediyorum.
*Her sınav haftası olduğu gibi yine ellerim terlemeye başladı.
*İşin komik tarafı da şu ki hayatım boyunca hiçbir zaman hiçbir sınav için kendimi tam olarak hazır hissedemedim. Fakat hep iyi notlar aldım. Belki de başarımın sırrını bu kargaşa ve heyecana borçluyum. Bilmiyorum.
*Evet, ben bir ODTÜlüyüm ve mühendislik okuyorum.
*Bana sorarsanız, bütün bu anlattıklarıma rağmen halimden gayet de memnunum ;)

3 Ocak 2010 Pazar

Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar, şimdi kafamda uçuşuyorlar!

Klişe ama gerçektir ki ne erkekler kızları anlarlar, ne de kızlar erkekleri. Bir kız evden çıkarken 30500 tane şeyi kontrol etmiş olmasına rağmen hala "kesin bir şeyler unuttum" düşüncesiyle gerginliğin doruklarında gezerken, bir erkek gayet rahat bir şekilde kapıyı çekip çıkabilir kilitleme zahmetine bile girmeden. Bir erkek için araba candır, ciğerdir. Ona harcanan paralar helal olsundur. Bir kız içinse kozmetik ürünleri vazgeçilmezdir, onlar verilen her kuruşu hakediyordur. Takımının maçlarına bulduğu bir kombine biletle havaya uçan erkek, bir kız için ne ifade ediyorsa; Prada çanta aldığında etekleri zil çalan kız da bir erkek için onu ifade ediyordur. Erkekler için bir öğün olarak sadece salata ve sebze yemek ne kadar garip ve mide bulandırıcıysa, kızlar için de tepeleme etle doldurulmuş bir tabak öyledir. Zaten hemen ardından "Müsadenizle" gibi kurtarıcı bir kelime kullanılarak lavaboya koşulur ve bu sefer amaç makyaj tazelemek falan da değildir!* Bir kız alışverişe gitmeden önce o ayın hemen hemen bütün moda dergilerini karıştırır. Ardından o alışveriş merkezi senin bu alışveriş merkezi benim gezer durur. Hoşuna giden bir şey gördüğünde, onu alma isteği anında ihtiyaca dönüşür. Bir erkekse mağazaya girer, seçer, dener, satın alır ve çıkar. Bir kız küçücük şeyleri bile yorumlama ve kafasına takma konusunda uzmandır. Bir erkekse bazen gayet önemli bir durumu bile görmezden gelebilir. Herkesin yeni olduğu bir ortamda erkekler 5 dakikada kaynaşıp, akşama bir halı saha maçı bile ayarlayabilirlerken; kızlar saatlerce, günlerce, haftalarca bazen abartıp aylarca sadece birbirlerini gözlemleyip önyargılarda bulunma eğilimindedirler. Erkekler genelde lafı dolandırmadan ne söylemek isterlerse direkt onu söylerler. Kızlarınsa tek bir cümlesi bile mecaz-ı mürselinden hüsn-i taliline, kinayesinden tecahül-i arifine kadar yüzlerce sanat barındırabilir içinde. Bu yüzdendir ki erkekler kızları hep karmaşık ve anlaşılmaz bulurlar. Kızlar ise erkeğin ağzından çıkan tek bir "Merhaba" kelimesinde bile hayal edilemeyecek kadar anlam bulabilirler. Geçen gün otobüsteyim, gayet şık giyimli bir bey teşrif etti otobüse. Tek boş yer de öndeki bayanın yanı gibi görünüyordu. Beyimiz kibar bir şekilde "Yanınız boş mu acaba?" diye sordu. Aldığı cevapsa aynen şu oldu: Benim bir nişanlım var ve birbirimizi çok seviyoruz! Buyur burdan yak bakalım! Yahu, adam sana sadece yanındaki koltuğun boş olup olmadığını sordu nezaketen, sense saniyede ne hikayeler uydurdun kafandan! Bak yine aklıma geldi, sinirlendim. Daha fazla devam edemeyeceğim. İki nokta yan yana der ve bu yazıyı burada bitiririm. (Bilirsiniz işte iki nokta yan yana.. Yeni trend. Üç noktayı görüntü olarak çok uzun bulup sadece nokta koymak da istemeyenler için... Bence yakında bunun üç nokta üst üste versiyonu da çıkar. Neden olmasın?)
*Vejeteryan değilim, hayır!