18 Eylül 2011 Pazar

New Girl

"Korku filmlerindeki tipik kız rolünü bilirsiniz. 'Aman Tanrım! Bodrumda bir şey var galiba. İç çamaşırlarımla, karanlık bodruma inip neler oluyor bir bakayım.' der. Ve siz de 'Derdin ne senin?! Polisi arasana!' dersiniz. O da 'Tamam.' der. Ama artık çok geçtir; çünkü öldürülmüştür. Demem o ki, benim hikayem de böyle." İşte tam olarak bu cümlelerle başladı dizinin ilk bölümü. New Girl bizden biri olduğunu kanıtladı daha ilk saniyelerinde. Yaşadığı olay üzerine (ki olayın ne olduğundan bahsetmeyeceğim, spoiler vermemek adına) 3 erkeğin yaşadığı bir eve dördüncü olarak yerleşir sempatik kahramanımız Jess. Kadınlarla konuşmakta problemleri olan, onlara nasıl davranması gerektiğini bilmeyen birinci erkeğimiz, çapkının önde depar atanı ikinci erkeğimiz ve aylar önce kız arkadaşından ayrılmış olmasına rağmen bunu bir türlü atlatamamış üçüncü erkeğimiz bakalım bu sevimli kızı nasıl karşılayacaklar? İtiraf etmeliyim ki "500 Days of Summer" filmindeki rolünden dolayı Zooey Deschanel biraz antipatimi kazanmıştı. Bir bunalım, sanki biraz ne istediğini bilmemezlik, bir tutam da ego tatmini gibi gelmişti o rol. Belki de karşısındaki erkek karakterin bitmek bilmeyen çaresiz aşkı yüreğimi un ufak etmişti. Bu yüzden de ister istemez Summer'ı suçlamıştım sanırım. Her neyse, sevgili Zooey bu sefer bambaşka, kıpır kıpır, sempatik, eğlenceli, çılgın bir kız olarak karşımızda. Tam da istediğim gibi. Şimdi onu sevmeyeyim de ne yapayım yani? İyi seyirler!

23 Ağustos 2011 Salı

Benim Sadık Yarim "Alt+F4"tür!
























Amnesia çıktı mertlik bozuldu efendim. Adına şarkılar yazılan, filmler çekilen bu kelimenin oyunundan bahsediyorum tabi ki. İlk olarak, oyuna başlamadan önce alınması gereken önlemlerden bahsetmek istiyorum. Mümkünse gündüz oynayın. "Yok efendim ben gündüzleri meşgul oluyorum, hem korku içerikli bir oyun gece oynanmalı ki amacına ulaşsın değil mi ama?" gibi bir düşünceniz varsa siz bilirsiniz. Uyarmadı demeyin. Bari ışıkları açık bırakın! "Efendim, anlatamıyorum derdimi galiba. Işıklar açıkken oynayacaksam ne anlamı kaldı gece oynamamın?" diyorsanız, yine siz bilirsiniz. O zaman tuvalete en yakın odada oynamanızı öneririm. Oyuna başlamadan önce, tuvalet kapısı hariç evdeki bütün kapıları kapayıp kilitlediğinizden emin olun derim. Aksi takdirde oyundaki sözde kahramanımız gibi siz de bir süre sonra karanlıktan aklınızı kaçırmaya başlıyorsunuz. Kapıların kilitli olduğunu bilmek sizi bir nebze rahatlatacak ve o an düşünmeniz gereken şey sayısını düşürecektir. Oyuna girmeden önce, arka planda sevdiğiniz, takılmaktan hoşlandığınız ve kafanızı dağıtabileceğiniz birkaç siteyi açık bulundurmayı da unutmayın. Zira oyunu kapattıktan sonra titreyen ellerinizle kendilerini açmanız pek mümkün olmayacak. Tecrübe konuşturuyoruz burada! Bu oyun daha önce oynadığınız korku oyunlarına ya da daha önce izlediğiniz korku filmlerine kesinlikle benzemiyor. Zira oyunun kahramanı dediğimiz şahsiyet saftiriğin önde depar atanı aslında. Karanlıktan korkuyor. Seslerden korkuyor. Ondan korkuyor. Bundan korkuyor. Korkuyor da korkuyor. Yürürken oyunun o duvarları üstünüze üstünüze gelmeye başlıyor. Daralıyorsunuz yer yer. Kahramanımız korkmaya başladıkça sapıtıyor. O sapıttıkça işler daha da zorlaşıyor. Bazen öyle zorlaşıyor ki "Şu lanet canavar gelsin öldürsün beni. Bitsin artık bu çile." diyorsunuz içten içe. Zira oyunda canavarla karşılaşıp onu dövme, yenme, öldürme gibi bir şansınız yok. Oyundaki strateji tamamen "Erkekliğin onda dokuzu kaçmaktır." üzerine kurulu. Zaten oyunun başında "Düşmana rastlarsanız kaçın. Karanlığa saklanın. Ses çıkarmayın." gibi bir uyarı geliyor size. Bu cümleden çıkarılması gereken bir uyarı daha var. Öyle önümüze çıkan her mumu yakmak yok hanımlar, beyler. Çünkü o mumları yaktığınız yerde canavarla karşılaşırsanız karanlığa saklanma şansınızı da yok etmiş oluyorsunuz. Oyunda ilerledikçe paranoya tavan yapıyor bünyenizde. Orada bir gölge mi gördüm acaba? Şurada gördüğüm şey gerçek miydi yoksa karakterin sebep olduğu bir halüsinasyon muydu? Bir ses duydum sanki. Öyle bir an geliyor ki artık karakterle bütünleşiyorsunuz. Canavarla karşılaştığınızda bilgisayarı, evi, her şeyi bırakıp kaçıveresiniz geliyor başka başka diyarlara. Ama korkmayın. Yatacaksınız, kalkacaksınız ve geçecek. Bu bünye Grand Theft Auto'dan Counter Strike'a, Resident Evil'dan Football Manager'a kadar ne oyunlar gördü. Yeri geldi Dota attı, yeri geldi PES attı. Şimdi de bu oyuna sardı. Sanırım artık bu yazının Alt+F4 vakti geldi. Yazının başında size, oyuna başlamadan önce arka planda kafanızı dağıtabileceğiniz bir site açmanızı önermiştim ya, işte ben de bu sayfayı açık bırakmıştım. Hayır, lütfen kendimi rahatlatmak için sizi kullandığımı düşünmeyin şu an. Üzülürüm. Oynamayı ihmal etmeyin, en azından bir deneyin efendim. Korku dolu geceler dilerim.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Kalbin Doğası

Gözlerim yağmurlu bugün
Dudaklarım sıcak ve kurak
Fısıltılarım ılık bir rüzgar
Hissedilen sıcaklığım cayır cayır
Kalbim doğal afetinden enkaz halinde
Sırılsıklam olmuşum aşktan
Tabiatım sensin
Farkında bile değilsin

29 Ocak 2011 Cumartesi

Girl in Pyjamas: The Anatomy of a Disease

Saat kaç oldu bilmiyorum. Hangi günde olduğumuzdan emin değilim. Hatırlanmaya değer bir gün de değil zaten. Hava Antalya'ya hiç yakışmayan bir şekilde kapalı. Güneş bir kere olsun göz kırpmadı bu sabah. Hepi topu birkaç haftalık tatilimi de yatakta hasta bir şekilde geçiriyorum şimdilik. Bir elimde taze sıkılmış portakal suyum, diğer elimde bitmesinden korktuğum için yavaş yavaş okuduğum kitabım, dışarıda yağmur, pencerelere vuran taneciklerin sesi, camlardan bir balerin edasıyla süzülüp yerçekimine yenik düşen yağmur damlaları... Buraya kadar kulağa çok hoş gelebilir, bardak yağmurla dolmuş da taşmış gibi görünebilir. Ama bardağa boş tarafından bakmak isteyenler için devam edeceğim. Balon gibi olmuş bademcikler, çöp kutusunu doldurmuş peçete yığını, 39.4 derece ateş, bütün eklemlerinden ağrı fışkıran bir beden... Merhaba, Banu ben. Fakat daha bitmedi. Tüm bunlar yetmezmiş gibi sağ ve sol üstte olmak üzere yeni çıkmaya başlamış 2 tane 20'lik diş. Aslında sorunum sebep oldukları ağrıda değil. Bununla başa çıkabilecek kadar büyüdüm. İşte esas problem de bu: Başa çıkabilecek kadar büyüdüğümü hatırlatmaları. Hissettiğim her sızıda bir kez daha 21 olduğumu hatırlıyorum. Kendimi bildim bileli zamanla hep bir problemim vardı benim. Saatimin pilini çıkarıp zamanı durdurduğumu düşünürdüm küçükken. Ancak ben istersem akmaya devam edebilirdi. Büyüdüm ve bir hayalim daha elimde patladı ne yazık ki. Uslanmamış bir çocuk gibi hayaller kurmaya devam ediyorum yine de. Böylesine karanlık bir günde, ayağa kalkmaya bile takatim yokken yapmak istediklerimi yapıyormuşum gibi düşünmekten başka çarem de yok gibi. Hayallerim gerçekleşirse ne mutlu bana, gerçekleşmezse de hayal ederken yaşayacağım mutluluğu yeterince hissetmiştim zaten der ve yoluma devam ederim. İşte bu yüzden hep mutluyum, gülerim. Hiçbir savaş izi yoktur yüzümde. Demek istediğim, ortada bir bardak varsa gerisi teferruattır. Onu doldurmak ya da boşaltmak bana kalmıştır. Neyse, gidip sıcak bir şeyler içeyim de geleyim kendime. Bu arada bir portakalım var sıkmaya kıyamadığım. Adını Kevin koydum. Yazıma ise son noktayı bir türlü koyamıyorum. Hani "Nokta, bazen her şeyin bittiğini değil de kendinden sonra gelecek harfin büyük olacağını gösterir." derler ya, işte ben ikincisini seçiyorum. Aksi takdirde kucağımda laptop, buram buram sanat kokan filmlerime dönmem gerekecek. 27 dakika boyunca bir adamın araba sürüşünü, 19 dakika boyunca aynı adamın evindeki koltuğunda öylece boş boş oturuşunu ve 24 dakika boyunca da adamın kızının buz üzerinde kayışını izledim bu yazıya başlamadan önce. Hastaysanız ve zaman zaten geçmek bilmiyorsa böyle filmler izlerken tat almayı bir kenara bırakın, halüsinasyon gördüğünüzü düşünmüyorsanız şanslı sayılırsınız. Evet, ben... Vücudu virüslerin istilasına uğramış, 39 derece ateşte bile enzimlerinin inaktif konuma geçeceğini düşünebilecek kadar üşüyen zavallı kız... Yine de, kendimi şanslı hissediyorum Google.

10 Ocak 2011 Pazartesi

Revenge of Ex

İlişkiler vardır ömür boyu sürer, ilişkiler vardır başlar ve biter. "Bitti!" ağızdan bir çırpıda çıkabilecek kısa bir kelime gibi görünebilir ancak insanları oldukça uzun bir zaman zarfına hapsedebilecek ölçüde zehirlidir. Atlatılması zor bir dönemdir, atlatıldıktan sonra bile küçücük bir kelimeyle yeniden tetiklenebilir. Enfeksiyonların en acı çektireni, gözyaşlarıyla beslenenidir. İnsanların eski sevgilileri hakkında uzunca bir dönem atıp tutması da bu yüzdendir. İstemsizdir. Yine de, oldum olası anlayamamışımdır insanı böyle bir davranışa sürükleyebilen o duyguyu. Duygu diyorum; çünkü aşk mı, nefret mi, intikam mı karar veremiyorum. Belki hepsi, belki hiçbiri, belki de kombinasyonlarıdır, bilemiyorum. İnsan, bir zamanlar hayatının en mutlu dakikalarını paylaştığı biri hakkında nasıl olur da böylesine acımasızlaşabilir? Nasıl bir ayrılık, böyle bir şeye sebep olabilir? Nasıl bir yıkımdır ki o, en güzel anıları bile unutturabilir? İster kavgayla bitsin ister medenice, hiçbir bahanesi yoktur böyle bir çirkinliğin benim gözümde. Bir zamanlar aşık olduğum, kalan hayatımı beraber geçirmek istediğim, kimi zaman gizli gizli kimi zamansa içimden kendi adımla onun soyadını birleştirip "Kulağa hoş geliyor mu?" diye denediğim birine düşman olamazdım ben sanırım. Midemde uçuşmuş kelebeklerin hatırına, o insan en azından bu kadarını hak ediyordur.