27 Aralık 2009 Pazar

365 Days Of Banu

Mevsimlerden ilkbahar... Hayat güzel mi güzeldir benim için. Güneş yeniden göz kırpmaya başlamıştır bana. Kuşlar, böcekler, çiçekler... Sanırım bir aşık olduğumda, bir de ilkbahar geldiğinde farkında oluyorum varlıklarının. Vakit, çıkarılıp bir köşeye fırlatılma vaktidir insanı olduğundan 30500 kilo fazla gösteren lanet olası montların. Takdir edersiniz ki biraz zaman alıyor bot, mont tarzı şeylere alışması benim gibi bir Antalyalının. Artık sonu gelmiştir buz tutmuş yollarda yapılan hokkabazlıkların. Ders çıkışlarında en izlenesi görüntüdür akın akın fizik çimlerine koşuşturması insanların. Anında jonglörler, capoeira yapanlar, gitar çalanlar, şarkı söyleyenler, kedilerle köpeklerle oynayanlar, ağaç gölgelerinde kitap okuyanlar, sevgilisine sarılarak çimlerde güneşlenmeye gelenler sarıverir etrafımı. Bir gökkuşağında yaşadığımı hissederim bazen. Her renkten, her dilden, her görüşten bir sürü insan... İlkbaharın tek kötü yanı, insanın içini kıpır kıpır edebilecek binlerce faktör sayılabilecekken son midtermler ve ardından da finaller için çalışma salonlarında ya da kütüphanelerde kampa girmek zorunda olduğumuz bir döneme denk gelmesidir. Yine de severek yaşarım kendisini.


Ve yaz mevsimi gelir. Hoş gelir, sefalar getirir. Erkekler tarafından da en çok bilinen yargılardan biridir ki biz kızlar sıcağı severiz. Çünkü metabolizmamız ne yazık ki bir erkeğinkine göre çok daha düşüktür ve sıcak havayla kendimizi adeta tatmin ederiz. Nedenini bilmiyorum ama benim tahmin edilemeyecek kadar yüksek sıcaklıklara kadar dayanabilme gibi bir özelliğim var. Antalya'da nemle birlikte hissedilen sıcaklığın 60 derecelere yaklaştığı bir günde odamın kapısı, penceresi kapalı; üzerimde yorganla uyuyup kaldığım günleri bilirim. Archaea mıyım neyim?!


Yaz mevsimi benim için gündüzleri plajda ya da havuz kenarında şemsiyeli kokteyl çubukları olan içkimden yudumlayıp, arada sırada kendimi denize ya da havuza atıp kızgın kumlardan serin sulara moduna girmek; geceleriyse bazen arkadaşlarla deniz kenarına gidip gitar çalıp şarkı söylemek bazense bir bara ya da diskoya gidip eğlencenin dibine vurmak, eğer canım gece çıkmak istemiyorsa da kendime muzlu bir milkshake hazırlayıp hoş bir filmi seyre dalmak demek. Sınav kaygısı olmadan, yarına bitirilmesi gereken projelerim olmadan, sayfalarca sürecek bir essay ya da bir lab raporu yazma zorunluluğum olmadan hiç görmediğim yerlere gidip yepyeni şeyler keşfetmek, Japon bir turist misali milyonlarca fotoğraf çekmek... Rüya gibi ama gerçek! Pabucumun Sprite'ı! Gördüğün gibi acımasız olmayan gerçekler de varmış. İtirazı olan?!

Sonbahar... Kışın habercisidir. Bu bile benim için, sonbaharı sevmemek için bir sebeptir. Okullar açılır. İstenilen dersleri kapabilmek, derslere kayıt yaptırabilmek, muafiyet sınavlarına girmek, sonuçları takip etmek gibi bir koşuşturma maratonu da başlar böylelikle. Ağaçların yaprakları o güzelim yemyeşil renklerine veda eder, sararıp solar ve ağacı terkeder. Yağmurlar vardır bir de, kışın yağacak olan kara hazırlar insanları. Sonbaharın gelmesiyle birlikte her taraf birdenbire kahverengi olur sanki. Artık ne ilkbaharın gökkuşağı ne de yaz mevsiminin capcanlı yeşili ve mavisi vardır etrafta. Buz gibi içkilerin yerini sıcak çikolatalar, kahveler almaya başlar. Birkaç hafta öncesine kadar gezip tozduğum, eğlendiğim sokaklara artık sadece yağmur damlalarıyla süslenmiş camlardan bakabilecek olmam ne de acı! Pencerenin karşısına her geçişimde iç geçiririm. Çünkü yazın gelmesine daha çok vardır. Ben de hayallere dalarım. Sıcağı iliklerime kadar hissettiğim bir yaz günü...
Kış mevsimi kapıyı çalar sinsi gibi. Artık kahverengi bile aranır olur. Her yer siyahtır çünkü. Güneş bile küsüp yüzünü göstermez olur. İlerleyen haftalarda ya da aylarda kar yağmaya başlar. (Kendileriyle daha geçen sene tanıştım ben!) İşte bu belki bir derece etrafı bakılası kılar kışın ortasında. Kardanadamlar yapılır, kartopu oynanır. Eğlencelidir. Ama soğuk bir eğlence! Elleriniz buz tutar, oda sıcaklığına girdiğiniz anda ise şaşılacak bir yanma hissi alır da başını gider. Yanımdan geçen arabanın rüzgarından bile hasta olabilecek bir bünyeye sahipken sanırım kimse kış mevsimini ve soğuk havayı sevmemi bekleyemez benden. Bu yüzdendir ki her kış mevsimini "Bitse de gitsek!" modunda geçiririm...

25 Aralık 2009 Cuma

Alaaddin'in Kırmızı Donu

"Hayattan beklentim, kırmızı bir dondan beklediklerimle aynı." dedi ve derse noktayı koydu Utku. Her 365 günde bir yaşıyoruz bunu. Ana haber bültenleri, aralık ayının sonlarına doğru acayip programlara dönüşüyor, yeni yıl ve kırmızı iç çamaşırı alışverişi konulu. Dergilerin aralık ayı içeriği oldum olası yeni yıldır zaten. "Yılbaşında nereye gitmeli? Neler yapmalı? Ne giymeli? Ne takmalı, takıştırmalı?" gibi soru cümleleriyle de süslenir kapakları. Hatta genelde bu yazıların arka planında da Noel Mama kıyafeti giymiş hoş bir hatun bulunur. Eurovision'da Kıbrıs'ın oylama sonuçları açıklanırken "12 points goes to Greece!" cümlesini duyduğumda ne kadar şaşırıyorsam, bahsettiğim dergi kapaklarına bakarken de en fazla o kadar şaşırıyorum şahsen. Gelelim benim 2010'dan beklediklerime... Az sonra okuyacaklarınız tamamen bilinçli bir şekilde ve hiçbir baskı altında kalmadan yazıldı.
1. Bir Tim Burton filminde oynamak istiyorum, karşımda da muhtemelen Johnny Depp oynar. Yani Tim öyle ister diye düşünüyorum.
2. Calculus sınavlarından artık hep 100 almak istiyorum.
3. Kendi fotoğraf sergimi açmak istiyorum.
4. Porsche istiyorum. Olmazsa bir Ferrari ya da Lamborghini de işimi görür.
5. Baleye devam etmek istiyorum.
6. Haftalık spor programıma her hafta uyabilmek istiyorum.
7. Bol bol tatil olsun, Antalya'ya gitmek için de bana gün doğsun istiyorum.
8. Limitsiz kredi kartı istiyorum.
9. Yaz tatilinin bir kısmını yurt dışında geçirmek istiyorum.
10. Google kadar bilgili olmak istiyorum. Öğrenmek istiyorum, her şeyi bilmek istiyorum. Çünkü onun benden daha fazla şey bildiği gerçeğini hazmedemiyorum.
Not: Okuduğunuz liste sonsuza kadar uzayabilme potansiyeli göstermektedir ve yazar da bu potansiyeli kinetiğe çevirmekten hiç çekinmeyecek biridir. Şu an geçiriyor olduğunuz şokun etkisinden kurtulmak için lütfen yazarın safkan balık burcu olduğunu kafanızın bir köşesine not edin ve yazıyı tekrar okuyup buna göre değerlendirin.

22 Aralık 2009 Salı

Banu Demir is in a relationship with "Karışık Izgara"

Karışık Izgara... Gidilen mekanda ne tarz et yiyeceğine karar veremeyen, "Ondan mı yesem, bundan mı yesem, ayy şu da çok güzel görünüyor aslında, düşündüm de bu da fena değilmiş." diyen insanları menüdeki her şeyden sipariş verme gaflet ve dalaletinden kurtaran "yengen"e (bkz:yegane) alternatiftir. Pilavından patates kızartmasına "misss"ler gibi vitamin dolu salatasına nasıl da süsler insanın rüyalarını. Nar gibi kızarmış "30500" et çeşidini saymaya gerek bile yok sanırım zira birazcık ama çok azcık(!) uzun sürebilir. Tabi diğer bir yandan kendileri kalori ve kolestrol bombasıdır, konsantre kalp krizidir orası ayrı efendim. Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse yine de ona hayır diyebilecek pek de babayiğit yoktur şimdi! Hadi hadi, kandırmayın kendinizi ;)
Evet! Yedim, tekrar yedim, tekrar tekrar yedim. Pişman değilim! Şimdi ver elini spor salonu, yüzme havuzu =)
Önümüzdeki haftanın konusu: Sirlon Steak

19 Aralık 2009 Cumartesi

Reklam Kokan Hareketler Bunlar

Bazı reklamcıların, reklamın tanımından başlayarak yeniden reklamcılık okumalarını tavsiye ediyorum. Elbette bir reklamın ilginç ve ilgi çekici olması gerek. Ancak bu şekilde insanlarda merak uyandırabilir ve ilgi odağı haline gelebilir. Fakat söz konusu reklamcılık olduğu zaman, ilginç ve ilgi çekici kavramları sözlük tanımının dışına çıkıyor ve biraz sınırları daraltılıyor. Çünkü eğer bir reklam gereğinden fazla bu tanımlara uyuyorsa, o zaman ürünün önüne geçebiliyor. Yıllar önceydi. Bir adamın arabasını sağa sola çarparak hatta üzerine fil oturtarak, dergide beğendiği arabaya benzetmeye çalışmasını konu edinen bir reklam çıkmıştı. Özellikle reklamın sonunda arabadaki elemanların hoş bir müzik eşliğinde (Husan-Bhangra Knights) kafalarını basit harmonik hareket yaparmışçasına bir öne bir arkaya doğru sallamaları hala birçok kişi tarafından gülücüklerle hatırlanır. Reklamı ilk izlediğimde bir araba reklamı olduğunu anlamıştım elbette. Ancak hangi marka olduğuna dikkat etmemiştim. Çünkü tamamen gelişen olaya konsantre olmuştum. "Daha ne gibi çılgınlıklar yapacak bu adam böyle? Gitti araba, parça pinçik oldu!" gibi cümlelerle de beynimi oyalıyordum. Sonraki izleyişlerimde ise hep beğendiğim sahnenin gelmesini bekleyip izledikten sonra kanalı zaplıyordum. Anlayacağınız o markanın ne olduğuna dair fikir sahibi olan sadece gördüğüm her şeyi bir kamera misali kaydeden bilinçaltımdı. Ben hiçbir zaman bilmedim, bilemedim. Ta ki az önce bir Google sayfası açıp aratana kadar. Peugeot! Evet, bildiğim bir marka ama hala o reklamın herhangi bir sahnesinde markaya dair bir kare yakalayamıyorum zihnimde. Mutlaka vardı markaya dair bir sahne, ancak reklamın ihtişamı bir yutan eleman misali markanın adını siliyordu zihinlerden. Bu reklam sadece bir örnekti. Daha ne reklamlar var bunun gibi.
Bazı reklamlar da var ki hem kendinden hem de tanıttığı üründen uzunca bir zaman bahsettirmeyi başarabiliyor. Yine yıllar önceydi.
"Çarçur, harvur al al al al,
Deli gibi deli gibi al al al al,
Paraları paraları saç saç saç saç,
Saç saç saç... Saçma!
Geleceğini harcama.
Avivasa biriktirir, geleceğini biriktirir,
Geleceğini biriktirir Avivasa biriktirir."
Aradan onca zaman geçmesine rağmen hala saniyesi saniyesine, piksel piksel hatırlıyorum bu reklamı. Canım sıkıldıkça, aklıma geldikçe mırıldanıyorum bile. İşte böyle... Olay, markayı reklamın içinde ahenkle dans ettirebilmekte, ikisine birlikte kulak memesi kıvamı verebilmekte.
Reklamın iyisi kötüsü olmaz demeyin, dikkat edin!

16 Aralık 2009 Çarşamba

Çikolatalı Fondüde Boğulma Sorunsalı

Kendisi aslında İsviçre-Fransa yapımı olan fondünün ilki ve en ünlüsü peynir fondüdür. Daha sonra elemanın birinin kafasına dank etmesi suretiyle çikolatalısı ortaya çıkmış. Benmari usulü eritilmiş kışkırtıcı çikolatanın üzerine bir miktar da süt eklenerek hazırlanan sos yanında dilimlenmiş kivi, muz, çilek, ananas ya da arzu edilen diğer tropikal meyveler... Çikolatanın altında yanan mum ki uzunca bir sohbet sırasında bile çikolatanın akışkanlığını korumasını sağlar... Her ısırıkta dudaklarınızın, ağzınızın tüm hücrelerinin çikolata banyosu yaptığı hissine kapılırsınız.. Yedikçe yemek.. Yedikçe yemek.. Tekrar yemek.. Tekrar tekrar yemek.. Hep yemek.. Çok yemek.. Yaşasın yemek yemek.. Sırayla tamamlanan bu evrelerin ardından bir şeker komasına girdiğinizi düşünmeye başlarsınız. Haksız da sayılmazsınız. Vücudunuzda tavan yapmış insülin hormonu sanki sizinle konuşmaya başlamıştır ve maaşına zam istemektedir. Son meyve dilimlerini çikolataya batırırsınız o sese kulak vermeden, duymamazlıktan gelerekten. Dudağınızda kalmış son çikolata damlalarını da dilinizle ham yapmışken içinizde bir ikilemle yüzleşmek zorunda kalırsınız. Bir yanda hafif, kelebekler gibi uçuran bir mutluluk diğer yanda alınmış yüzlerce kalorinin verdiği ağırlık. Her şeye rağmen yine yeni ve yeniden isterdim diye geçirerek içinizden ayrılırsınız mekandan...

The Ugly Truth

7 Aralık 2009 Pazartesi

"Ne Kadar Büyürsen Büyü, Sen Hep Bizim Küçük Kızımız Olacaksın!"

Güneş'in bizlere göz kırptığı son günlerden birinde arkadaşlarla çimlerde oturuyorduk. ODTÜ'de Güneş varsa "Fizik Çimleri"nde öğrenciler de vardır! Bir Newton Kanunu olmasa da bu böyle. Arkadaşım, ilkokuldan bir arkadaşına rastladı. Rastladı derken kızı erkek arkadaşıyla öpüşüp koklaşırken gördü sadece. Düşünülerek yapılmış bir espri miydi, yoksa ağzından bir anda öyle mi çıktı bilmiyorum ama "Küçükken hiç böyle şeyler yapmazdı." dedi. İşte benim bittiğim andı. Kafama dank etti! Etmez olaydı ama etti! Elden ne gelir ki? Büyüyoruz... Evet, bunu farketmem sanırım biraz zaman aldı. Her geçen gün kümülatif olarak artarken elimdeki ipuçları, ben nedense hiç birleştirmek istemedim onları. Elde edeceğim sonucu bilip korktuğumdan mı yoksa sadece hayatı daha gizemli kılmaya çalışmamdan mı bilmiyorum. Hatta bunu bile bilmek istemiyorum. Bir mühendislik öğrencisi olarak her şeyde neden ve sonuç aramaktan sıkıldım belki de. Daha mini mini birken, çalışkan ikiyken büyüdüğümde yapacaklarımla ilgili hayaller kurardım. Bu hayallere dalarken bile büyüdüğümü nereden bilebilirdim?! Her şey küçülen kıyafetler ve ayakkabılarla başladı. Hep böyle kandırılmadık mı? "Seneye küçülür, bir beden büyük alalım." klişesi hangimizin kabusu olmadı ki?! Aslında koca bir yalandı hepsi! Küçülen bir şey yoktu ortada. Bizler vardık. Büyüyen... Yavaş yavaş belirtiler farkedilir olmuştu. Artık babamın sırtında gezinip duran 20 kiloluk minik, tatlı kız çocuğu değildim. Annemin bana banyo yaptırdığı pazar akşamları da tarih olmuştu. Kimse gelip "Ne şirin şeysin sen böyle!" diyerekten yanaklarımı sıkmıyordu. Bu büyüklerin nesi var böyle derken, kendi yarıçapımda triplere girerken, aslında her şeyin benden daha doğrusu büyüyor olmamdan kaynaklandığını itiraf etmekten kaçıyordum. Yıllar böyle geçti gitti işte. Geldim 18'e. İlk işim ehliyet almak olmuştu. Kimlik falan sorduklarında artist bir şekilde ehliyetimi göstermeye başladım. (Hatta bunu hala yapıyorum, kahretsin!) Kendi adım ve soyadımın yazdığı mail adreslerini tercih eder oldum. Numaramı kendi üzerime aldım. Annemin ya da babamın doğum gününde kutlama mesajları gelmiyordu artık Turkcell'den. Kafamı yastığa koyar koymaz dalamıyordum uykuya, düşünülmesi gereken bir şeyler çıkıyordu mutlaka. Canım acıdığında avazım çıktığı kadar ağlayamıyordum. Bir şeye sinirlenip odama kaçtığımda artık kimse gönlümü almaya da gelmiyordu. 18'den sonra yaşımı bile söylemez olmuştum. En kötüsü de elimde kocaman valizlerle, kocaman bir şehirde artık yapayalnız kalmıştım. Ben büyürken hayallerim de küçülür olmuştu...

23 Kasım 2009 Pazartesi

Nazdarovya!

Geçtiğimiz cumartesi ODTÜ, 26. kez "Cheers" dedi efendim. Eğri oturup doğru konuşalım, paraya kıymış şimdi organizasyon sahibi sevgili arkadaşlarımız. 1.sınıf kuşe kağıda basılmış devasa afişler, el ilanları, falanlar, filanlar gibi gibiler... Ücretsiz ring seferleri bile vardı saat başı. Her şey kapıya gelene kadar bir peri masalını andırıyordu adeta. Fakat, başımıza geleceklerden bihaberdik aslında.
Sorunsal 1: İçinde Sadece Tek Bir Molekül Alkol Barındıran İçkiler(!)
Partideki görevlilerin içki kavramına yeni bir açılım getirmesiyle ortaya çıkmış sorunsaldır kendileri. Malumunuz bu aralar bir şeylere yeni bir açılım getirmek pek moda. Hemen bir örnek vereyim... Votka-kola istediniz diyelim mesela. İçkiyi hazırlayan elemanımız değme illüzyonistlere taş çıkartacak bir el çabukluğuyla votka şişesini bardağa yaklaştırır ve çeker. İşte o saniyenin binde biri kadar geçen zaman diliminde bardağınıza 1 molekül alkol dökülür. Ardından bardak ağzına kadar buz ile doldurulur. Sonrasında boş kalan hacim ise kola ile telafi edilir. İçkiniz hazır. Afiyet bal şeker olsun! Fakat bu Bizans oyunlarına kanıp da ertesi gün "Dün gece partide 30500 bardak içtim abi, bana mısın demedim ya!" gibilerinden artistliklere hiç girmeyin. Tavsiye etmiyorum...
Sorunsal 2: Sifonu Bozuk, Kapı Kilidi Olmayan Tuvaletler
"Yiğidin malı meydandadır." anlayışıyla böyle bir şeye başvurduklarını düşündüm başta. Ama sonradan dank etti kafama. Kızlar tuvaleti ne alaka?! Peki ya sifonlarla nasıl bir alıp veremedikleri vardı acaba? Bence bu sorunun cevabı için de inmeliyiz çocukluklarına.
Sorunsal 3: Sarhoş Olmuş, Saçmalayan İnsan Topluluğu
Bu topluluktaki insanların bazıları zararsızdır. Ya kendi yarıçapında gülüp durur, ya gelir size birkaç soru sorup siz cevapladıkça mutlu olur, ya da dans eder kendini oradan oraya savurur. Bir de bu grubun dışında kalanlar vardır ki işte onlardan mümkün olduğunca uzak durmak gerekir. Fakat bir partiye gidiyorsanız oradaki sarhoş insanlarla başa çıkabilecek güçte olmalısınız. Aldığınız parti bileti sizin bu gibi durumları göze aldığınızın kanıtı niteliğindedir aslında. "Gülü seven dikenine katlanır." misali bir bakıma.
Sorunsal 4: Sürtünme Kuvveti
En fazla 200-300 kişi alabilecek bir mekana inatla 2000-3000 kişiyi sığdırmaya çalışmanın bir ürünüdür bu. Tam dans etmeye başlayacak olursunuz sağınızdan biri geçer. Sonra solunuzdan biri geçer. Sonra o geçen kişinin oluşturduğu saniyelik boşluktan faydalanmak isteyen bir insan topluluğu geçer. Sonra önünüzden biri geçer. O bir kişi hiçbir zaman yalnız kalmaz. Ardından mutlaka birileri onu takip eder. Arkanızda elemanın biri kopmuştur, üstünüze çıkacaktır neredeyse haberi yoktur. Bir sürtünme kuvvetidir, alır da başını gider. Bu sürtünmeler sonucu aşırı derecede ısı açığa çıkar. Parti mekanlarının, insanları üzerindeki her şeyi çıkarmaya sürükleyecek kadar sıcak olmasının en büyük sebebi de bu sürtünme kuvvetidir.
İşte durum böyle böyleyken, böyle böyle... "Cheers"a inat "Nazdarovya" diyorum efendim bu sene!

21 Kasım 2009 Cumartesi

Ayakkabısının Tekini Bulamamış Fake Külkedisi

"Eğer bir işi halletmek için birden fazla olasılık varsa ve bu olasıklardan biri istenmeyen sonuçlar veya felaket doğuracaksa, kesinlikle bu olasılık gerçekleşecektir." Diğer bir deyişle... "Ters gidebilecek her şey ters gidecektir." Ne güzel de demiş Murphy amcam! Saat sabahın daha "kargalar b.kunu yemeden" şeklinde bile tabir edilemeyecek kadar erkeni... Yağmurlu, fırtınalı, kapkaranlıkmış gibi algılanan ılık, güneşli bir midterm sabahı. Ey psikoloji sen nelere kadirsin! Masum kahramanımız (baş harfi Banu) günlerdir hatta haftalardır o grammer konusu senin bu kelime listesi benim çalışmıştır. Ee malumunuz insan beyni bilgisayar gibi, yer kalmayınca yüklemek için yeni bir bilgi, siliveriyor acımadan eski gereksiz gördüklerini. Peki ya bu silinenler arasında "Murphy Yasaları" da varsa?! Aynen şöyle oluyor efendim... Kahramanımız kalkıyor "laylaylom" modunda, hazırlanıyor, 30500. kez "kalem aldım, silgi aldım, uç aldım, anahtarlar da tamam, cep telefonum da kapalı, saatim de kolumda" kontrolü yaptıktan sonra kapıya yöneliyor sonunda. Vee... O da nesi?! Kayıp Şehrin Converse'ini bir türlü yırtamamış kızı ayakkabısının tekini bulamamaktadır. Arar, tarar. Oraya bakar, buraya bakar. Zaten vücudunda tavan yapmış olan adrenalin, artık fışkıracak bir yerler aramaya başlar. Daha dün "Banu prenses demek biliyor muydunuz? Ne kadar da bana uygun bir isim ya!" diye arkadaşlarının başının etini yiyen, yetinmeyip beyin çorbası yapan kahramanımız şimdi de ayakkabılarının kaybolması üzerine "Nasıl bir Külkedisi masalının içindeyim böyle?" diye geçirir içinden. Başka bir ayakkabı giyip olay yerinden ayrılır, yüzünde muzurca bir gülümsemeyle. Belki akşama aniden kapı çalınacaktır ve prens ayakkabısının tekini getirecektir ona. Çünkü onun için beyaz atlı prens diye bir şey gerçekten vardır ve prens birgün gelip onu bulacaktır...

15 Kasım 2009 Pazar

Ateş Seni Çağırıyor

Her küçük çocuğun hayalinde bir Mc Donald Amca yatar. Mc Donalds'ta doğum günü kutlamak, Oyuncaklı Çocuk Menüsü'nden aldırıp menünün yüzüne bile bakmadan oyuncağa takılıp kalmak, Mc Donald Amca'yla fotoğraf çektirmek bir çocuk için paha biçilemez eylemlerdir. Küçükken ne gözyaşları dökmüştüm ben de onun uğruna. Şimdi düşünüyorum da, sevgili anne ve babama teşekkürü bir borç bilirim aslında. Benim çocuk aklıma uyup her günün 3 öğününde gitseydik Mc Donalds'a, sanırım olamazdım şu an hayatta. Yıllar girdi araya. Peki ya sonra? Küçüklüğümüzün "100 yaşına gelince bile Mc Donalds'ta yiyeceğim ben", "Büyüyünce çocuklarım olursa ben onları hep Mc Donalds'a götüreceğim" gibilerinden komik ve sevimli cümleleri yalan oldu. Artık biz Burger King insanlarıydık. Ateş bizi çağırıyordu. Sonraları düşünmeye başladık bu ateş neden hep bizi ayağına çağırıyor da kendisi lütfedip gelmiyor yamacımıza diye. Ve Burger King "Evlere Servis"i başlatı. Televizyonlarda sürekli özellikle dışarıda yenilen hamburger, patates kızartması gibi şeylerin sağlıksızlığı üzerine konuşmalar dönmeye başladı. Ve Burger King trans yağ asidi içermeyen kızartma yağı kullanmaya başladığını açıkladı. Belli ki sevgimiz karşılıklıydı. Artık dışarıdayken acıkıldığında, evde ya da yurtta arkadaş ortamında, alışveriş merkezlerinde en üst katta Burger King oldu tercih ettiğimiz nokta. Kimilerimiz şarkılar yazdı Whopper Menu uğruna. Kimilerimiz için vazgeçilmez olmuştu Burger King Milkshake'i sıcak yaz aylarında. Kimilerimiz elinde bir Big King ile giderdi FRP'de kralı oynamaya. Şimdi diyoruz ki "Bir tek Burger King'imiz olsun, bize bir şey olmaz". Çocukken Mc Donalds için söylediğimiz şeyler nasıl komik geliyorsa şu an, yaşlarımız kemale erdiğinde de Burger King için söylediklerimiz öyle gelecek aslında. Çünkü o yaş bizim terfi yaşımız olacak. "Hamburger İnsanı" olmaktan çıkıp birer "Pizza İnsanı"na dönüşeceğiz eninde sonunda. Şimdi gitmem gerek ama. Ateş beni çağırıyorken hala...

12 Kasım 2009 Perşembe

Singing In The Rain

Bugün yağmur vardı ODTÜ'de... ODTÜ'de diyorum çünkü genel olarak Ankara'daki hava durumu hakkında pek bir bilgim yok. Bizim okula kar yağarken Bahçeli, Tunalı güllük güneşlik olabiliyor mesela. İlginç. Alışması da biraz zor sanki ama imkansız değil. Neyse konumuz da zaten bu değil. Bu hafta fizik labımın olmaması erkenden odacığıma koşup, pencerenin karşısına geçip yağmuru izleme zevkini yaşamama olanak verdi. Aslında bunun bir zevk olduğundan şüpheliyim. Biraz ironik bir durum. Sağdan limitini almaya kalksak, yağmur denilen şey; seni olduğundan XL gösteren montlar giymek, şemsiye taşımak, biraz da şanssız isen açtığın şemsiyenin rüzgarda ters dönmesi ve eciş bücüş olmasıyla başa çıkmak zorunda kalmak, hasta olmak ve ardından sana binbir çeşit bitki çayı ya da çorba yapabilecek birilerini aramak, yanından geçen arabaların üzerine su sıçratmasıyla küplere binmek, eğer arabanın içindeki sensen üzerine su sıçrattığın kişi ya da kişilerden küfür yemek, güneşin bulutlar tarafından istilaya uğradığı karanlığımsı görüntünün psikolojine oyunlar oynamasına izin vermemek için çaba harcamak fakat kişiden kişiye değişebilecek bir süreden sonra yenilgiyi kabul etmek anlamına geliyor. Soldan limitini alacak olursak, garip bir şekilde bütün olumsuzluklarına rağmen hiçbir şeyi kafaya takmadan çıkıp çılgınlar gibi altında ıslanmak, giderek yükselen bir ses tonuyla sokağın ortasında şarkılar söyleyip dans etmek, ıslaklığın tadını çıkarmak, etrafındaki insanları nereden geldiğin ya da nasıl bir deli olduğun hakkında düşünmeye zorlamak, odanda pencerenin önünde oturup en sevdiğin kupana doldurduğun sıcak çikolata ya da bol köpüklü bir kahve eşliğinde onu izlemek ve içini doldurduğu o garip hissi anlamaya çalışmadan sadece yaşamak anlamına gelir yağmur. Ben de tam olarak öyle yaptım. Aslında isterdim ki bir de şömine olsun. İçinden gelen çıtır çıtır sesler, yağmurun cama vurup kaçarken çıkardığı sesle birleşip kulağımda bir melodi oluştursun. Gözlerim alevin kahverengiden kırmızıya, kırmızıdan turuncuya geçişine tanık olsun. Olmadı. Sağlık olsun...

24 Ekim 2009 Cumartesi

Mastering Physics Assignments

Mastering Physics Kitabı: 45 TL
Fizik Lab Kitabı: 6.5 TL
Fizik Çıkmış Sorular Kitabı: 6.75 TL
Fizik için Hesap Makinesi: 50 TL
Haftalık Mastering Physics ödevini bitirmenin verdiği huzur paha biçilemez!

18 Ekim 2009 Pazar

Emir Kipinde Hayatlar

Saat gecenin korkutucu karanlığını saçmalık geçerken
Soğuktan köşede büzülüp kalmış bir beden
Neredeyse yaşam belirtisi bile göstermeyen
Solmuş, donuk bir ten...
İşte ben!
Varlığımın içine gizlenen yokluğu tüm berbatlığıyla hissederken
Aslında arınmak istiyorum bütün kinlerimden
Hey Nirvana nerelerdesin?
Hangi cehennemdesin?!
Prospektüsümü okuyun demiştim kullanmadan önce beni
Tek kullanımlığımdır hayatınıza bir kez girdim mi
Gün gelir benden kurtarmak isterseniz kalan hikayenizi
Çeker giderim itirazsız, dönmemek üzere geri...
Gözyaşlarım yağmaya başlarken üzerinize
Belki aklınızdan geçerim kısa bir süreliğine, öylesine...
Artık kendinize saklayın emir kiplerinizi
Anlamsız, kartlaşmış cümlelerinizi
Duymak bile istemiyorum tek kelimesini!
Noktalarla, ünlemlerle sınırlandıramam hayallerimi...
Her birinin yarası bende gizli
Sakın anlamaya da çalışmayın çelişkilerimi
Çünkü onlar düşünebildiğimi gösterir ki
İşte, siz bunu yapamazsınız
Hayat için fazla yaramazsınız!

Oyunbozan(!)

Bilinmeyenlerle dolu denklemlere hapsolmuşum
Limitin uzandığı karanlık sonsuzluğum
Ve dopdolu bir boşluğum...
Milyon parçalı bir puzzle'ın parçasıyım kaybolan
Ne küfürler sarfedilmiştir kimbilir arkamdan
Ta kendisiyim ben, karşınızda oyunbozan!
Mutasyon geçirmiş genlerimin sırları
DNA'mın perde arkası
Tüm hakları saklı!
Küçüklüğümün desen desen kurdeleleri
Kararmış şimdi güzelim renkleri
Farkım yok bir körden
Etrafımdaki her şey simsiyah sanki
Püskürttüğüm Nemesis laneti
Beğenmediniz mi hediyemi?
Çam sakızı çoban armağanı misali
Böyle besliyorum işte hiçliğimdeki nefretleri
Benim de bir kalbim var elbet parçaları birleştirirsek
Bir çay kaşığı sevgi, üzerine serpilmiş umut kırıntıları
İşte tam olarak bunlar gerek
Tüm zıtlıkları ortak bir paydada toplayıp hayat demişler adına
Sadece bir acı biber tadında benim yaşantımsa
Ana menüden sonra sıra tatlılara da gelecek mi acaba?
Hey garson baksana buraya!
Bu acımasız disiplin de neden?
Oynamıyorum artık ben!

15 Ekim 2009 Perşembe

Big Bag Theory

"Big Bag" pek çok erkek tarafından anlaşılamayan, hayli karmaşık olduğu düşünülen bir teoridir. Aslında formulize edildiğinde basit bir toplama işleminden ibaret olduğu görülür. Öncelikle biz kızların her an her türlü duruma hazır olma gibi bir kaygısı olduğu bilinmelidir. Örneğin; hiç hesapta yokken hormonlarımızın bize küçük bir oyunu sonucu acilen bir orkid ihtiyacımız belirebilir. Ya da yine hiç hesapta yokken sevgilimiz bizi akşam yemeğine davet edebilir ve biraz şanssızsak eve gidecek vaktimiz de yoktur. Ya da bir kapkaç ustasının hedefinde olabiliriz. Arabamızda güle eğlene giderken trafiğe takılabiliriz. Siz erkekler, buraya dikkat! Aklınıza gelebilecek ne kadar acil durum senaryosu varsa hepsini çantamızı hazırlarken yazarız biz. Evden tam donanımlı bir şekilde çıkarız. Çünkü ancak o zaman içimiz rahat eder. Koskocaman süslü püslü bir anahtarlığın ucundaki anahtar kümesi, rimelinden rujuna allığından pulluğuna hatta ojesine göz kalemine kadar bütün makyaj malzemelerimizin sığabileceği bir makyaj çantası, "ne olur ne olmaz" hırkası ya da ceketi, 1 adet form bisküvi, ipod, fotoğraf makinesi, cep telefonu ya da telefonları, küçük bir şişe su, parfüm, güneş gözlüğü, kağıt, kalem, cüzdan (ki bu cüzdan genelde erkek cüzdanlarının 2 katı büyüklükte olur nedeni bilinmez), flash disk, okunabilecek bir kitap veya dergi, orkid, yara bandı, ağrı kesici, ıslak mendil, selpak, lens suyu ve kabı, kart cüzdanı, nemlendirici krem, biber gazı sprey gibi bir listenin hakkından ancak büyük bir çanta gelebilir. İşte buna kısaca "Big Bag Theory" diyoruz... En azından ben öyle dedim şu an. Uydurmuş da olabilirim. Bazen yapıyorum böyle. Şimdi gelelim bunun sizin açınızdan faydalarına. Büyük çantalı bir kızla çıkmaktan korkmayın. O çantanın bir yerlerinde mutlaka cüzdanı vardır. Bir yere giderseniz hesabı sizin üstünüze yıkmaz, yıkamaz. Çünkü "Cüzdanımı evde unutmuşum." gibi bir bahaneyi kullanamaz. Kullansa da garip kaçar. Sonra sormazlar mı adama "Cüzdanın bile yoksa içinde, ne var o koca çantanın dibinde?" diye! Ayrıca büyük çantalı bir kız, günlük hayatında o kadar şeyi taşımaya alışık olduğu için birlikte tatile falan gittiğinizde bavullarını size taşıtmaz. Bunu başarabilecek laktik asit kaslarındaki asil liflerde mevcuttur! Kimisi ise sadece öğrencidir. Kitaplarını elinde taşımamak için böyle bir yola başvurduğu söylenebilir. Kimileriyse evden kaçmış bile olabilir. Kimbilir?!

6 Ekim 2009 Salı

Nightmare Before Calculus

Ne kadar inkar etmeye çalışsam da hayatım tam bir matematik işleminden ibaret aslında. Ben "O" noktasıyım. Merkezim. İşte tam da bu noktada başlıyor belki de narsistliğim. Yarıçapım kadar uzağımda milyonlarca yaşanmış ya da yaşanacak olan olaylar silsilesi... Bazen düşünüyorum hızımın türevini alıp ivmelenmeyi, yerçekimine bana mısın bile demeden uçup gidebilmeyi. Hayatıma girenler oluyor kimi zaman. Yeni arkadaşlar, taze kanlar... Eskileriyle topluyor, harmanlıyorum. Elbette hayatımdan çıkanlar da var. Eksilen sayıyı ne kadar kendim belirleyebilsem de çıkanlara ve dolayısıyla kalanlara müdahale etmek elimde olmuyor kimi zaman. Hangimiz ters çevrilip çarpılmıyoruz ki şu hayatta? Kimilerimiz limitle kanka olup sonsuza ulaşma hayalleri kurarken, kimilerimizse analitik düzlemde yapayalnız bir noktayı oynuyor. Bense alınmaması gereken bir x değeriyim saygıdeğer y için! Denklemi tanımsızlığa sürükleyen yaramazın tekiyim. İşin kötü tarafı çözülebileceğim bir formül yok. Hayatım boyunca o kadar soru çözdüm ama ben bile kendimi çözemedim ki hala! Yaşamın cilvesi bu işte. Kimileri için hayat; yüzlerce bilinmeyeni olan tek başına bir denklemken, kimileri içinse 2 Stewart, 1 Menelaus teoremiyle çıkabilecek bir sonuç sadece!

29 Eylül 2009 Salı

Tokio Drift

Ve işte Tokyo'dayım. Amma da kalabalıkmış. Tam da benim gibi bir Antalyalıya layık hava var: sıcak ve nemli. Şehir merkezine doğru ilerliyorum. Karşımda tüm ihtişamıyla İmparatorluk Sarayı beni karşılıyor. Ipodumda yüzümü gülümseten bir şarkı: Jewel-Intuition... Diyor ki; I'm just a simple girl in a high tech digital world. Birilerinin hislerinize tercüman olması durumu vardır ya hani, işte öyle bir şey. Etrafımdan insanlar gelip geçiyor. Hepsinin elinde daha önce görmediğim model telefonlar ki bazılarının telefon olduğunu bile uzun bir gözlem sonucu anlayabiliyorum. Onların kendiliğinden enfes bir şekilde dolanabilen kulaklık kabloları da yok, bunu farkediyorum. Teknoloji kısa süreli çekiciliğini kaybettikten sonra gözümde, hayvanat bahçesine gitmeye karar veriyorum. Orada gördüklerim sanırım bana tanıdık gelen tek şey şu an için. Bir otobüse atlayıp şehir turuma kaldığım yerden devam ediyorum. Yine bizdekinden biraz farklı olarak hemen hemen bütün insanlar kitap, gazete, dergi gibi şeyler okumakla meşgul otobüste. Gazeteleri de bizimkilere pek benzemiyor, daha uzun. Otobüsten inip yolda tesadüfen farkettiğim bir galeriye dalıyorum. İçeride bir resim sergisi var. Orada benim yaşlarımda bir çocukla tanışıyorum. Adının Ronin olduğunu söylüyor. "Efendisiz samurai anlamına geliyor değil mi?" diye soruyorum. Bunu bilmemi biraz şaşkınlıkla karşılayıp sonra gülümseyerek onay veriyor. Sıcakkanlı biri diye düşünüyorum. Bana sergiyi gezdirmek istediğini söylüyor. Nezaketen kabul etmek zorunda kalıyorum. "Belki de ilgimi çeken bir şeyler yoktur, şöyle bir göz gezdirip çıkardım kendi başıma olsaydım" diye geçiriyorum içimden ama resimlere baktığımda yanıldığımı anlıyorum. Sonraları Ronin'in sergiyi açan ressam olduğunu öğreniyorum. Sanatçı ruhlu bir erkek... Kulağa hoş geliyor elbet. Buradaki ilk günüm olduğunu öğrenince beni sushi yemeye davet ediyor. "Akıllım bunlardan Türkiye'de de var, defalarca yedim ki ben." diyesim geliyor ama kendimi susturmayı başarıyorum. Yemekten sonra kahve içmeye gidiyoruz. Önüme gelen Türk kahvesini görünce şaşırıyorum. "Sürpriiiizzz" diyor. Güzel, eğlenceli bir günün ardından kahve içtiğimiz yerden de ayrılıyoruz. Hesabı yine ödememe izin vermiyor. Artık geç olduğunu, kalmam gereken otele gidip uyumak istediğimi söylüyorum. Evine davet ediyor! Bunu nezaketen yaptığını düşünsem de diğer yandan "O bir Japon, Banu! Bu insanlar balığın pişmesini bile beklemez." diyorum kendi kendime. "İyi geceler" diyerek ayrılıyorum.
Uyanıyorum. Uzunca bir filmi izledikten veya kalın bir kitabı okuduktan sonra gelişen bütün olayların bir rüya olduğunu öğrenmekten nefret etmeme rağmen bilinçaltımın bana neden böyle bir oyun oynadığını anlayamıyorum...

19 Eylül 2009 Cumartesi

B and S

1 yeni mesaj alındı.
Tarih: Yıllardan 2006 ve güzel bir yaz sabahı (en azından o ana kadar öyleydi)
Gönderen: Bilinmeyen bir numara
-Selam, naber? Numaranı Elif'ten aldım umarım sorun olmaz.
-Sen de kimsin?
-Ben Selçuk :)
-Peki neden numaramı aldığını sorabilir miyim? Dün akşam yeteri kadar delirttin zaten beni!
-Seni daha çok sinir edebilmek için..
-Harika(!)

***

1 mesaj gönderildi.
Tarih: Yıllardan 2007 ve bu sefer kış mevsimi
Gönderilen: Selçuk Kızılkaya
-Selam Selçuk naber?
-Sen kimsin?
-Ben kalender meşrebim
-Komik olduğunu mu sanıyorsun?!
-Evet
-Saçmalama. Kim olduğunu söyle ya da bye bye!
-Tamam ya ben Banu!
-Harika(!)

***

Welcome to Facebook!
Artık yıllardan 2008 ve yine bir yaz mevsimi...
First Name: Banu
Last Name: Demir
Your Email: Bla bla bla
Password: Bla bla bla
Banu Demir and Selçuk Kızılkaya are now friends. (Şaka gibi ama gerçek)
Banu's Status: Tribal enfeksiyon!
Selçuk's Status: Ben çok iyi bir insanım ya!

***

Yıllardan 2009...
Banu oturum açtı.
Selçuk meşgul.
-Selçuukkk ben blog açtım!
-Logon var mı?
-Birkaç arkadaş denedi ama beğenmedim. Bilmiyorum, iş başa düştü yine sanırım =))
-İstersen ben yaparım bir şeyler
-Olur ki
Blablabla.jpg dosyası alındı.
-Nasıl olmuş?
-Beğendim, teşekkür ederim.
-Önemli değil görevimiz ;) Değiştirmek istediğin bir şeyler olursa söylersin yine hallederiz.
-Tamam :) Sen cidden iyi biri oldun artık galiba...
-Öyleyim. Ee sen de artık bir teşekkür edersin bana herhalde blogundan :p
-Olduu! İmzanı atsaydın altına bir de istersen!!!

***

Teşekkür ederim :)

13 Eylül 2009 Pazar

"Sen ve Ben" Denklemi

Katy Perry sahneye çıktı. "Bu söyleyeceğim ilk parça bütün eski erkek arkadaşlara gelsin." dedi ve devam etti. You're so gay! Evet, şarkının adı tam olarak da buydu. Daha cümlesi bitmeden, müzik bile girmeden konser alanında cırtlak bir çığlık duyuldu. Ne kadar terkedilmiş, aldatılmış, kalbi kırılmış kız varsa deli gibi bağırıyordu. Erkeklere gelince, onlar sırf Katy Perry'e olan hayranlıklarından seslerini çıkaramadılar ama gözlerindeki irisin alev rengini almasından pek de memnun olmadıkları apaçık ortadaydı. Benim de hayatıma bulaşanlarınız oldu. Kiminiz beni gerçekten de karşılıksızca, öylesine sevdi; kiminizse sürekli bir beklenti içindeydi. Evet, bir şeyler bekliyordunuz sürekli karşınızdakinden. Çünkü doğumunuzdan bu yana "Her başarılı erkeğin ardında ona kaş göz yapan bir kadın vardır." zırvalıklarıyla büyüdünüz, büyüyorsunuz. Aslını isterseniz hiç büyümeyeceksiniz! Kendi sahip olacağınız başarıyı bile bir kadının yapmasını beklerken ve bunu kendinize bile itiraf edemez, içten içe inkar etmeye çalışırken aynı zamanda onların hiçbir işe yaramadıklarını ya da isteseler bile bir erkek kadar olamayacaklarını düşünmeniz ne de acı! Çünkü biz kızlar istersek her şeyi yapabiliriz, yaptırabiliriz. Sorun şu ki ne yazık ki bazen bunu farketmemiz biraz zaman alıyor. Tanrı gerçekten de işini biliyor. Ancak bizim gibi mazoşistler sizin gibi narsistlere aşık olurdu zaten. Kimileriniz benim yanımdayken çok mutlu olacağını düşündü. Kimileriniz beni bir melek yaptı, koydu. Kendini tamamladığımı düşünenleriniz, hatta beni hayata bağlanma sebebi olarak görenleriniz oldu. Şunu itiraf etmeliyim ki aslında bunların hepsi beni gerçekten çok mutlu etti. Ama anlamanız gereken ufak bir ayrıntı vardı. Sizi gerçekten mutlu etmiş olabilirim, size gerçekten bir melek kadar iyi de davranmış olabilirim, belki sizden çok daha fazlasını hakedecek kadar mükemmeldim de... Ama ben bir kızım. Sadece bir kız... Keşke siz de böyle görebilseydiniz beni. Başka başka anlamlar yükleme zahmetine hiç girmeseydiniz. Ne bir iyilik perisi, ne de bir kurtarıcı... Sıfatlara ihtiyacım yoktu ki ben olmam için. Belki de bu yüzden "sen ve ben" denkleminin sonucu her zaman "biz" olmuyor. Bu kadar üstünüze gittiğim yeter; çünkü sizin de haklı olduğunuz noktalar yok değil. Biz kızlar sevgililerimizin dibe vurmasından hoşlanırken aynı zamanda onların en tepede olmalarını isteriz. Düşünmekte, kafa patlatmakta, hakkında filmler çekmekte, cilt cilt ansiklopedi olabilecek kalınlıkta kitaplar yazmakta haklısınız. Kadınlar ne ister?! Size bir sır vereyim. Ne istediğimiz hakkında en ufak bir fikrimiz yoktur aslında. Bunu kendimiz bile bilmezken sizden anlamanızı beklememiz biraz trajikomik ve zalimce kabul etmeliyim ki. Ve bu durumda sanırım eşitlendik. Siz erkeksiniz, bizlerse kız. Sıcakla soğuk, siyahla beyaz olmak gibi... Her şey zıttıyla var. Derken... Katy Perry ikinci şarkısına başladı. Hot N Cold...

Yutan Eleman: Ama

Bağlaçtır... Olsa bir türlü olmasa bir türlüdür... Severek kullanırız kendilerini(!) Ama... İşte sorun da başlıyor tam olarak burada. Kullanıldığı andan itibaren öncesinde gelen milyonlarca cümleyi bir çırpıda, sadece iki hecede silebilecek güce sahiptir ki zaten görevi de budur işin aslı. Bu yüzden "ama" için en uygun terim "Türkçe'nin yutan elemanı"dır bence. Zamanında pek çok "ama" ile karşılaştım. "Banu çok haklısın ama..." Bu ama içinde çaresizliği barındırır mesela. Söyleyen kişinin benimle aynı fikirde olduğundan neredeyse eminimdir ama öylesine bir sebep vardır ki onu bu cümleyi beklenenin tam tersi şekilde bitirmeye zorlar malesef! "Banu abartıyorsun, yeter ama!" İşte asabi olan "ama". "Banu mükemmel bir insansın bunu tartışmam ama..." Ardından gelecek eleştiri yağmurunun habercisi olan "ama". "Banu seninle gelmek isterdim ama..." İşte bu da "Seninle gelmek istediğim falan yok aslında. Sadece kırılma, üzülme, klasik balık burcu triplerine girme diye bir bahane bulmaya çalışıyorum işte şurda!" demenin daha kibar yolu. Ve sırada en yıkıcı "ama"lardan biri... "Banu seni seviyorum ama..." Oktan bir aşk hikayemi boktan bir aşk hikayesine çeviren "ama"... Sevmiyorum işte bu kelimeyi kardeşim, gelmeyin bana böyle Bizans oyunlarıyla! Zaman kaybından ibaret bir kelime... Onu sarfettiğiniz anda nasılsa önce söylediklerinizin hiçbir anlamı kalmayacak. Bir kulaktan girip diğerinden çıkacak! Öyleyse bu boşa çaba neden?! Türetildiğin güne lanet okuyorum... Ama...

11 Eylül 2009 Cuma

Pabucumun Mango'su

Nedir efendim bu Mango? Kendileri İstanbul'da doğup 1968 yılında İspanya'ya göçen Nahman ve İsak Andıç Ermay kardeşlerin 1984'te kurdukları, şu an dünyanın pek çok ülkesinde yüzlerce mağazası olan hazır giyim markasıdır. Her yıl, birbirinden güzel tasarımlarıyla biz kızların gönlünü tekrar tekrar çelmeyi başarır bu şeytan tüylü. Depresyona girdiğimizde, erkek arkadaşımızdan ayrıldığımızda, yakın bir arkadaşımızla kavga ettiğimizde, duygusal bir film izleyip hüngür hüngür ağlarkene gidip bir Mango mağazasında unutmaz mıyız hepsini? Adeta bir kadın terapi merkezi görevi yüklememiş miyizdir ona? Mağazadan içeri adım attığımızda sanki bir Toreador'un bize "Presence" açtığını hissederiz. İşin ironik tarafı bunun bilincinde olmamıza rağmen karşı koymak aklımızın ucundan dahi geçmez hiçbir zaman. 5 cm'lik bir eteğe yüzlerce lira vermeyi umursamayız ordayken. Erkek arkadaşımızı kolundan tutup çekmişliğimiz de çoktur özellikle indirim günlerinde. Sıkılacağını, bezeceğini, içinden küfredeceğini hatta küçük yarıçapta cinnet bile geçirebileceğini bildiğimiz halde yaparız bunu. İşte tam da bu yüzden "Mango Mağduru Erkek" diye bir şey çıkmıştır ortaya. Gelelim sadede... Sıradan bir gündü efendim. Klasik bir Cepa turundayız arkadaşlarla. Beğendiğim ayakkabılar Mango vitrininden bana göz kırpıp duruyordu. Duyguları da karşılıksız değildi hani. Deneyip almak için içeri girdim. Görevlinin bana uygun numaraların hepsinin vitrinde olduğunu ancak sezon sonunda vitrinden kalktığında telefon numaramı bırakırsam bana dönebileceklerini söylemesi üzerine bir hışımla dışarı çıktım. Pek sevgili arkadaşlarım beni teselli etmek için Mavi'ye gitmeyi önerdiler. Gittik... Gördük... Beğendik... Aldık... Evet, çok daha güzel bir ayakkabıydı bu üstelik. "Demek ki neymiş, her işte bir hayır varmış." diye geçirdim içimden, hafiften... Huhh! Pabucumun Mango'su! Sanki bütün güzel ayakkabılar sende!

"Chuck"ma Ajan Chuck

Hatırlar mısın bilmem Chuck... Bir gece dışarı çıkmıştık hani, kıymetli arabanı kullanmama izin vermemiştin her zamanki gibi. Arka fonda tanıdık bir ses... Evet, Oasis... En sevdiğimiz... Wonderwall! Bir tutam kısık ses ve yüzlerimizdeki bir çay kaşığını doldurmayacak hafif bir gülümsemeyle eşlik etmiştik şarkıya, belki biraz çekinerek, belki de farkında bile olmadan bilmeyerek... "I don't believe that anybody feels the way I do about you now". Murphy Yasaları ne der bilirsin Chuck: Ters gidebilecek her şey ters gidecektir. Nitekim o gece de öyle olmuştu. Birden etrafımızı Fast&Furious'ta gördüklerimizden ve görebileceklerimizden çok daha hızlı arabalarla çevrilmiş bulduk. İçlerinde Matrix'ten fırlama Men in Black... O an ikimiz de farkındaydık başa çıkamayacağımızın ve kaçmanın tek seçeneğimiz olduğunun. Evet, Braveheart falan değiliz ama zaten cesur dediğimiz insanlar da korkmaktan korkanlar değil midir Chuck? Belki farklı bir bakış açısı... Birazcık... O an sana ne dediğimi hatırlıyor musun? "Sür şu arabayı Chuck, acele et! Yapabilirsin! Sen en iyisisin Chuck! Sen yapamazsan kimse yapamaz." Aslında doğruyu söylemek gerekirse sen en iyisi falan değildin Chuck. Ama o zaman bunu başarabilecek tek kişiydin ve yapmak zorundaydın. Bir "Poh Poh Perisi" olarak görevimin hakkını verdiğimi düşünüyorum. Başarmıştın Chuck! Ve hatta sonrasında böbürlenerek, 32 dişinle birlikte gülümseyerek "Gücümüzün kusuruna bakmayın, beyler." demiştin. Başarmış olmanın verdiği sarhoş edici mutluluktan olsa gerek... İtiraf etmeliyim Chuck çok pis gaza geliyorsun. Ama seni sevimli gösteren şey de buydu aslında. Pepino'dan daha egzotik bir meyve, Jack Daniels'tan daha mükemmel bir viski, Jim Carrey'den daha komik bir aktör gibi görünüyordun o an gözüme... Herneyse... Hani bazen en iyisinin bu olduğunu bildiğmiz halde kötü hissederiz ya kendimizi... İşte bu yazıyı yazmak da şu an benim için tünelin sonundaki bir ışık mı yoksa bir tır mı ikilemine rağmen ilerlemekten farksız. Çünkü sen, senin için yazılan bütün bu şeylerden habersiz dünyanın diğer ucunda belki de "Şimdi bir Adriana Lima olsa da yesek" diye geçiriyorsun içinden. Her şeye rağmen itiraf etmeliyim ki Chuck, o kadar tatlısın ki üstünde kurabiye yapmak istiyorum! (bkz:bir gıda mühendisliği öğrencisinden itiraflar)

9 Eylül 2009 Çarşamba

Jenga


Her ne kadar bir ortama gidildiğinde Monopoly, Tabu, Scrabble, Trivial gibi oyunlar karşısında basitliği nedeniyle (yap-boz-yık olay bu yani arkadaş) fazla şansı olmadığı düşünülse de aslında kendi yarıçapında çok da güzel bir felsefeye sahiptir Jenga! İlk dizilim yeni doğmuş bir insanı simgeler. Tahtaların çekilip kulenin yükselmesi ise ilerleyen insan hayatına benzer. Ancak bununla birlikte elemanımız altta sahip olduğu tahtaları da birer birer kaybeder. Bu da insanın sahip olduklarını, yaşanmışlıklarını veya sevdiklerini birer birer kaybetmesi gibidir. Oyuncu istediği tahtayı istediği şekilde çekebilir. Fakat dikkatli olmalıdır çünkü bu oyunun kaderini belirler. Tıpkı insanın hayatındaki yol ayrımlarında verdiği kararların hayatına yön vermesi gibi... Ve oyuncu ne kadar başarılı olursa olsun kule elbet yıkılacaktır, insan hayatının eninde sonunda son bulması gibi... Tabi arkadaş grubunda simetri hastalığı olan biri varsa bu felsefe bile kurtaramaz oyunu. Diğer bir yönden bakacak olursak oyun aynı zamanda insandaki bitmek bilmeyen yükselme arzusunu da eleştirir. Genlerimizden gelen aza kanaat etmeme, doymama, hep daha fazlasını isteme duygularımız yüzünden güzelim kulenin aralarını boşaltırız. Sonrası mı? "Bir bakmışsın ben yokmuşum" oluruz...

Benjamin Button İronisi

Kimilerimiz çocukluk fotoğraflarımıza özlem dolu gözlerle bakarız. Hayatımızın en saf, en dertsiz tasasız, en eğlenceli anılarıyla dolu çocukluğumuza... Çocuk olmanın verdiği rahatlık, fazla bir şey bilmemenin verdiği hafiflik... Sorumsuzluk... Bir daha istesek de asla tadamayacağımız tatlar... "O daha küçük ablası, abisi" gibilerinden savunmalar... Tek sıkıntımızın oyuncak arabalarımızın hızı, Barbie bebeklerimizin kıyafetleri olduğu zamanlar... O günlere dönebilmek için elimizdeki her şeyi feda etmeyi göze alırız oysaki. Kimilerimize göreyse hayat büyüdükçe, farkına vardıkça, öğrenip olgunlaştıkça güzel. Elbette küçükken herkesin hayalidir büyümek. Ama o dönemlerde kurulan büyüme hayallerimizde koca bir eksiklik vardır. Kötü yanlar... Çünkü adı üstünde çocuğuz, daha kötünün ne demek olduğunu bile bilmezken onu nasıl hayal edebiliriz ki?! Yere düşünce, Barbie bebeğimizin kafası kopunca, oyuncak arabamız bozulunca, annemiz en sevdiğimiz tatlıdan 3.tabağı yememize izin vermeyince, zırt pırt orda burda şurda istediğimiz şeylerden biri alınmayınca döktüğümüz gözyaşlarını büyüyünce kalp kırıklıkları, ayrılıklar, yenilen kazıklar, pişmanlıklar yüzünden dökeceğimizi nasıl tahmin edebiliriz ki? Edemeyiz.. Edemedik de zaten! Şimdi hepimizin hayali gerçek oldu. Büyüdük! Başımız göğe erdi(!) Laylaylom! Artık anladık ki büyük olmak da kusursuz değilmiş... Sonra düşünmeye başladık. Küçükken büyümek istedik, büyüdük çocukluğumuzu özledik. Keşke her ikisini birden yapabilmenin bir yolu olsaydı. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... İşte günlerden birgün Benjamin Button doğdu. Bütün sorularımıza yanıt olarak. 70 yaşındaki birinin bilgisine, deneyimine sahipken gencecik olabilmek... Bunu da ne yazık ki sadece hayal edebildik sonra üstüne filmini çektik. Shakespeare'den bugüne epey zaman geçti... Hemen hemen her şey değişti. O söz gibi... Bir Benjamin Button olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu artık...