Kimilerimiz çocukluk fotoğraflarımıza özlem dolu gözlerle bakarız. Hayatımızın en saf, en dertsiz tasasız, en eğlenceli anılarıyla dolu çocukluğumuza... Çocuk olmanın verdiği rahatlık, fazla bir şey bilmemenin verdiği hafiflik... Sorumsuzluk... Bir daha istesek de asla tadamayacağımız tatlar... "O daha küçük ablası, abisi" gibilerinden savunmalar... Tek sıkıntımızın oyuncak arabalarımızın hızı, Barbie bebeklerimizin kıyafetleri olduğu zamanlar... O günlere dönebilmek için elimizdeki her şeyi feda etmeyi göze alırız oysaki. Kimilerimize göreyse hayat büyüdükçe, farkına vardıkça, öğrenip olgunlaştıkça güzel. Elbette küçükken herkesin hayalidir büyümek. Ama o dönemlerde kurulan büyüme hayallerimizde koca bir eksiklik vardır. Kötü yanlar... Çünkü adı üstünde çocuğuz, daha kötünün ne demek olduğunu bile bilmezken onu nasıl hayal edebiliriz ki?! Yere düşünce, Barbie bebeğimizin kafası kopunca, oyuncak arabamız bozulunca, annemiz en sevdiğimiz tatlıdan 3.tabağı yememize izin vermeyince, zırt pırt orda burda şurda istediğimiz şeylerden biri alınmayınca döktüğümüz gözyaşlarını büyüyünce kalp kırıklıkları, ayrılıklar, yenilen kazıklar, pişmanlıklar yüzünden dökeceğimizi nasıl tahmin edebiliriz ki? Edemeyiz.. Edemedik de zaten! Şimdi hepimizin hayali gerçek oldu. Büyüdük! Başımız göğe erdi(!) Laylaylom! Artık anladık ki büyük olmak da kusursuz değilmiş... Sonra düşünmeye başladık. Küçükken büyümek istedik, büyüdük çocukluğumuzu özledik. Keşke her ikisini birden yapabilmenin bir yolu olsaydı. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... İşte günlerden birgün Benjamin Button doğdu. Bütün sorularımıza yanıt olarak. 70 yaşındaki birinin bilgisine, deneyimine sahipken gencecik olabilmek... Bunu da ne yazık ki sadece hayal edebildik sonra üstüne filmini çektik. Shakespeare'den bugüne epey zaman geçti... Hemen hemen her şey değişti. O söz gibi... Bir Benjamin Button olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu artık...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder