31 Mart 2012 Cumartesi

ODTÜ'ye Öyle Yakışır ki Bahar ;)


Tepeden mini çakal gibi gülümseyen güneş, yeni açmaya başlamış çiçekler, insanın içini kıpır kıpır eden bir sıcak... Her yer cıvıl cıvıl, herkes neşe dolu sanki artık. Hoş geldin bahar, iyi ki geldin :)

28 Mart 2012 Çarşamba

Fashion is strange and beautiful or horrible depending upon your perspective!

Başlığa taşıdığım söz Roberto Cavalli'ye ait. İnkar etsek de etmesek de moda diye bir gerçek var. Kendini tekrarlayan bir gerçek... Aksi takdirde yüksek belli pantolonları, etekleri ya da vatkalı bluzları, ceketleri açıklayamazdım şahsen. Her ne kadar "moda" gerçeğini kabul etmiş biri olsam da, bu konunun subjektifliğine inananlardanım. "Bu yaz çiçek açacak bütün kızlar.", "Kışın favori rengi belli oldu: Turuncu!" ya da "Önümüzdeki günlerde bizi danteller ve mini mini üstler bekliyor." gibi cümleler yerine "Bugün tam da Prada modumdayım.", "Süper eğlenceli bir gün beni bekliyor, adeta bir gökkuşağı olmalıyım." tarzında cümleleri tercih ederim. Çünkü moda; tasarımcıların, medyanın ya da komşu kızı Ceren'in söylediği kelimelerden ibaret olamaz, olmamalı. O gün ya da o mevsim ne giyeceğime ben karar verebilmeliyim. Hani derler ya "Moda, insanın kendine yakışanı giymesidir." diye, işte öyle bir şey. Hatta bana kalırsa moda, insanın ruh haline yakışanı giymesidir. Örneğin, çiçekli kıyafetler moda diye gidip çiçekli böcekli şeyler almam asla. Bugüne kadar hayatımın hiçbir döneminde çiçekli desenleri kendime yakıştırmadım ve bundan sonra da yakıştıracağımı sanmıyorum. Açıkçası o çiçeklerin içinde kendimi "Dağlar Kızı Reyhan" gibi hissediyorum. Söylemek istediğim şu ki, moda kişisel bir şeydir ve belli başlı değişkenlere bağlıdır. İşte bu değişkenlerden en ağır basanı da ruh halidir birçoğumuza göre. Bir sabah kalkarım, kendimi öyle muhteşem hissederim ki o an gözümde canlanan modern ve rafine tarzı yakalayana kadar saatlerce hazırlanabilirim. Bazen "Yok artık LeBron James!" dedirtecek cinsten spor bir halde çıkarım insanların karşısına. Başka bir sabah, üzerime 3-5 beden büyük gelen kıyafetlerden birkaçını geçirir, salaş mı salaş atarım kendimi sokağa. Bir bakmışsınız, bohem takılıyorum. Sonra bir daha bakmışsınız minimalist olmuşum. Bir de berbat hissettiğim günler vardır mesela (ki o günlerde neler giydiğimden bahsetmek istemiyorum) "Kimselere görünmeden gidip gelsem bari." diye geçiririm içimden. Kısacası, o gün hangi tarzda ortaya çıkacağım tamamen (diğer değişkenlerin etkilerini ihmal edilebilir varsayarak) ruh halime göre şekillenir. Demem o ki, modanın tanımını kendiniz için baştan yazın ve modayla kalın ;)

24 Mart 2012 Cumartesi

I Brain ODTÜ

Geçtiğimiz günlerde yine bir ODTÜ Tanıtım Fuarı'na tanıklık ettik. Genelde üniversitenin öğrencileri olarak fuarın başlayış ve bitiş tarihlerini tahmin etmek için dikkat ettiğimiz belli noktalar var efendim.
*Kampüs bir anda sandığımızdan daha kalabalık bir hal almışsa,
*Çarşıda oturacak ya da yemek yiyecek yer bulamıyorsak,
*Etrafa hayran hayran bakan gözler yakalıyorsak,
*Ellerinde ODTÜ broşürleri olan insanlara rastlıyorsak,
*Koluna sevgilisini takmış güneş gözlüklü bir çocuğun kendini dünyanın en cool insanı olarak düşünmesine tanıklık etmişsek,
*En az 30500 kez çarşının yerini tarif etmek zorunda kalmışsak,
*Kültür Kongre Merkezi'nin önünde alışılmadık bir şekilde dönemin en popüler parçaları çalınıyorsa,
*Park yeri sıkıntısının doruklarını yaşıyorsak,
*Okulun yaş ortalaması 17'ye düşmüşse anlıyoruz ki tanıtım günleri başlamış. 
Bu tanıtım günleri sırasında liseli arkadaşlarımıza küçük muzurluklar yapmadan edemiyorum. Geçen sene koskoca salona şemsiyeler ve korumalar eşliğinde girmiştim. Bu şekilde kürsüye doğru ilerledim ve konuşma yapmak için hazırlanıyormuş gibi davranmaya başladım. Önce inanmak istemediler, sonra ise fotoğraf çekmek için çıktıkları kürsüyü boşalttılar. Bu arada ışıkla ilgilenen amca da oyuna ortak oldu. Ben kürsüye çıkınca gülümseyerek ışığı benim olduğum yere yöneltti. Neyse efendim, hedefimiz olan öğrencilerin bir kısmı salonu terk etti, bir kısmı ise konuşmayı dinlemek üzere bulduğu en yakın koltuğa oturdu. Bir 15 dakika falan kendilerini oyaladıktan sonra olay yerinden sinsice uzaklaştık. Tabi bu arada bahsettiğim şemsiyeler öyle korumaların ünlüler için ya da devlet adamları için kullandığı büyük siyah şemsiyelerden falan da değildi. Gayet o gün yağmur yağacak diye yanımıza aldığımız renkli, fırfırlı kullandığımız şemsiyelerdi. Korumalardan kastım ise oyunculuk yeteneği olan birkaç arkadaşımdı hepsi bu. Sonuç olarak büyük bir çoğunluğunu inandırmaya yetmişti ve biz de kendi yarıçapımızda eğlenmiştik. Bu sene ise daha farklı bir şey yapmak istedim. Fotoğraftan da anlayacağınız üzere içinde ODTÜ defteri, broşürü, haritası ve puan tablosu bulunan paketlerden birini kaptım ve liselilerin arasına karıştım. Daha doğrusu ben karıştığımı sanmıştım ama esasında pek de başarılı olamamışım ki hala beni durdurup çarşının yerini soranlar oldu. Yine de, karşıdan karşıya geçerken yapılan önce sola sonra sağa sonra tekrar sola bakma olayı gibi, insanların da önce elimdeki pakete sonra bana sonra tekrar pakete bakmaları, bu sırada yüzlerinin aldığı o tanımsız ifade ve gözlerindeki anlamsız boşluk beni eğlendirmeye yetti. Tek keşkem çarşının yerini sormamak oldu. Kimseye tarif ettirmeden sanki her gün gidip geldiğim yolmuş gibi (ki aslında öyle) direkt çarşıya girmekle kendimi de ifşa etmiş oldum sanırım. Artık önümüzdeki fuarlara bakacağız.

18 Mart 2012 Pazar

French Macaroons

O inanılmaz paris tadını anlatacak kelimelerim yok. Yerken hissettirdiği mutluluğu tasvir edemem. Sempatik mi sempatik, şirin mi şirin bir tatlı huzur. Ama o lavantalı olanını yemeyecektim işte! Yeniliklere açık olmayan biri kesinlikle değilim. İnsanların mevcut tatları geliştirme dürtülerini elbette ki anlıyorum. Ama bazı aromaların kullanılmadan önce ya da en azından piyasaya sunulmadan önce bir kez daha test edilmesi taraftarıyım. Bazı şeyler verdikleri tatla öne geçer, bazıları ise kokuları ile. İşte bu yüzden lavanta mutfakta kullanılmadan önce bir kez daha düşünülmeli bence. Çünkü o zaten kokusu ile öne çıkmıştır bir kere. Şu an kullandığım çamaşır yumuşatıcısının lavantalı olmasından mı kaynaklandı bilmiyorum ama lavantalı makaron yediğimde o çamaşır yumuşatıcısını kafama dikmiş gibi hissettim açıkçası. Yıllardır alışık olduğum lavanta kokusunu tatmak gibi bir şeydi. İlk kez tadıyor olmama rağmen garip bir şekilde tanıdıktı üstelik. Artık lavanta tadından hoşlanmadığımdan mı yoksa o makaronu yerken çamaşır makinesinden yeni çıkardığım çamaşırlarımı dişliyormuşum hissine kapıldığımdan mı bilmiyorum, kendisini sevmedim sevemedim. 

PS: Merak edip denemek isteyenler ancak daha beğenip beğenmeyeceğini bilmediği bir şey için 30500 lira da vermek istemeyenler Dr. Oetker amcamızın hazırladığı toz halindeki makaronlardan alıp evde kendileri de hazırlayabilir.

11 Mart 2012 Pazar

Nanik Obsesif


Çoktan keşfettiğimiz, henüz keşfedemediğimiz, keşfetmeyi reddettiğimiz birçok takıntımız var. Farkında olsak da olmasak da onlar bizi biz yapan, bazen hayatımızı cehenneme çeviren bazense ilginç bir şekilde kolaylaştıran alışkanlık dediğimiz şeylerin biraz mübalağaya uğramış halleri. Adı "takıntı" olduğu için illa ki kötü bir şey olması gerekmiyor. Benim de takıntılarım var. Bazılarını yeni yeni kabulleniyorum. Bazıları ise çoktan bir parçam haline geldi. Örneğin: 
*Birkaç saat sonra iptal edemeyeceğim işler varsa ya da dışarı çıkmam gerekiyorsa, o an hiçbir şey yapamam ve o saati beklemeye koyulurum.
*Ders çalışabilmem için yalnız olmam gerekir. Çalışma salonları ya da kütüphaneler herhangi bir konu üzerinde çalışıyorken benim için pek de ideal yerler değildir.
*Herhangi bir mağazada beğendiğim bir kıyafeti denemek için kabine girdiğimde kamera var mı yok mu diye mutlaka her yere bakarım.
*Belirli aralıklarla odama girdiğimde etrafı kolaçan ederim. Tipik bir balık burcu olarak bazen gerçekten CIA ya da FBI tarafından izlendiğimi düşünürüm.
*Yatmadan önce kapıyı kilitleyip kilitlemediğimi en az 30500 kez kontrol ederim. Sırayla bütün fişleri prizlerden çekerim. Sonra çektiğimden emin olmak için bir 30500 kez de onları kontrol ederim.
*Kitaplarım o kadar değerlidir ki defalarca okuduklarım bile yeni alınmış gibidir. En ufak bir iz, çizgi ya da yıpranmışlık yoktur üzerlerinde. Dolayısıyla onları kolay kolay ödünç veremem. Versem bile tekrar elime ulaşana dek içim içimi yer.
*Herhangi bir şey kafama takıldıysa ya da beni rahatsız ettiyse o an ondan kurtulmam gerekir. Aksi takdirde yapacağım tüm işler sırasında aklım hep o şeyde kalır ve açıkçası o şeyden kurtulmamın sebep olacağı bedensel yorgunluğu, onu saatlerce belki de günlerce düşünmemin sebep olacağı zihinsel yorgunluğa tercih ederim.
*Genellikle hafta sonları önümüzdeki haftanın planını yapar ve o plana ne şekilde olursa olsun sadık kalmaya çalışırım. Kısacası, hangi gün hangi saat nerede ne yapacağım genellikle bir hafta önceden bellidir. Plana sadık kalmamayı sadece telafi edilebilecek sonuçlar söz konusuysa göze alabilirim.
*Kıyafetlerim, ayakkabılarım, elektronik eşyalarım, çantalarım, şapkalarım, takılarım, makyaj malzemelerim ve daha niceleri için aklımda belirli kodlar vardır. Örneğin, sahip olduğum kırmızı bir çanta benim için sahip olduğum kırmızı bir çanta değil "G37Y" kodlu bir nesnedir.
Neyse sevgili okurlarım, bana daha fazla acımamanız için burada kesiyorum. Aslını isterseniz, bu takıntılarımın bir kısmını kontrol edebiliyorum. İstediğim zaman bırakıyor, istediğim zaman yeniden başlıyorum. Bir kısmındansa zaten memnunum. Onlar sayesinde giderek daha az yanlış yapıyorum. Limit sonsuza giderken hayatıma biçtiğim hata payım sıfıra yaklaşıyor ve bu sayede kendimi daha güvende, daha huzurlu hissediyorum. Yine de bazen bunları insanlara açıklamam gerektiğinde zorlanmıyor değilim. Çünkü (kişinin geçmişini, yaşamak zorunda kaldığı olayları ya da o anki psikolojik halini bir kenara bırakırsak) takıntılar sadece vardır, nedenleri nasılları yoktur o kişi için. Biri size "Neden bunu yapıyorsun?" diye bir soru yönelttiğinde verecek cevabınız yoktur. Sadece yaparsınız. Çünkü onu yapmak anlamadığınız bir şekilde size iyi gelir. Kazara ya da isteyerek üzerine gidip bir sebep bulduğunuzda bile bazen inatla devam edersiniz onu yapmaya. İşte böyle durumlarda galiba kendi kendimize de bir soru yöneltmemiz gerekiyor: Hayatı daha hatasız, belki biraz daha huzurlu yaşamak için bunca takıntıya değer mi?

3 Mart 2012 Cumartesi

In Time

Yönetmenliğini Andrew Niccol'un yaptığı, başrollerini Justin Timberlake, Amanda Seyfried ve Cillian Murphy'nin paylaştığı "In Time" filmi son zamanlarda izlediğim başarılı aksiyon filmlerinden biri. Fantastik senaryosu insanı hem ağlatıyor, hem güldürüyor, hem de güldürürken düşündürüyor. Film ilerledikçe anlıyorsunuz ki küçüklüğünüzden beri bildiğiniz "Vakit nakittir." sözü hece hece bir kez daha aklınıza kazınıyor. Çünkü filmde para diye bir şey yok. Sahip olduğunuz tek şey zamanınız. Faturalarınızı bu zamanla ödüyorsunuz. Boğazınızdan geçecek olan her lokmayı yine hayatınızdan birkaç dakikayı kaybetmeyi göze alarak karşılıyorsunuz. Bir tanıdığınız sizi gördüğünde "Hey, birkaç dakikan var mı?" diye bir soru yönelttiğinde muhtemelen bu "Seninle birkaç dakikalığına bir şeyler konuşmak istiyorum." anlamına gelmiyor. Sizden gerçekten ona birkaç dakika (günümüzdeki karşılığıyla para) vermenizi istiyor. Evet, sahip olduğunuz zamanı kendi hayatınızı kısaltmak pahasına da olsa sevdiklerinize verebiliyorsunuz. Paranın bir bakıma zamanla ölçüldüğü günümüz dünyasına hoş bir atıf olmuş bu film bence. İlgimi çeken noktalardan biri de, 25 yaşından sonra kimsenin yaşlanmaması. Sözüm ona mühendisler ölümsüzlüğü keşfetmişler ve insanların 25 yaşından sonra (yaşlanmadan) ne kadar süre daha yaşayacakları, kollarındaki zaman sayaçlarına çalışarak yükledikleri zamana bağlı. Kısacası ne kadar çok zaman kazanırsanız o kadar çok hayatta kalıyorsunuz. Filmde iki grup insan karşımıza çıkıyor: kolunda en fazla birkaç dakikası bulunan, günlük ihtiyacı olan zamanı kazanabilmek için varını yoğunu ortaya koyan fakirler ve bütün aile bireylerini sonsuza kadar yaşatabilecek zamanı olan zenginler. Filmde zengin kesim bir elmas küpe için milyonlarca yılı bir çırpıda feda edebilirken, varoş kesim tek bir saniye daha fazla yaşayabilmek için büyük bedeller ödemek zorunda kalıyor. Her ne kadar konusu ve fantastik ögeleri nedeniyle filmin gelecekte geçtiği söylense de, aslında film şimdiki zamana ayna tutuyor acı bir şekilde.