27 Aralık 2009 Pazar

365 Days Of Banu

Mevsimlerden ilkbahar... Hayat güzel mi güzeldir benim için. Güneş yeniden göz kırpmaya başlamıştır bana. Kuşlar, böcekler, çiçekler... Sanırım bir aşık olduğumda, bir de ilkbahar geldiğinde farkında oluyorum varlıklarının. Vakit, çıkarılıp bir köşeye fırlatılma vaktidir insanı olduğundan 30500 kilo fazla gösteren lanet olası montların. Takdir edersiniz ki biraz zaman alıyor bot, mont tarzı şeylere alışması benim gibi bir Antalyalının. Artık sonu gelmiştir buz tutmuş yollarda yapılan hokkabazlıkların. Ders çıkışlarında en izlenesi görüntüdür akın akın fizik çimlerine koşuşturması insanların. Anında jonglörler, capoeira yapanlar, gitar çalanlar, şarkı söyleyenler, kedilerle köpeklerle oynayanlar, ağaç gölgelerinde kitap okuyanlar, sevgilisine sarılarak çimlerde güneşlenmeye gelenler sarıverir etrafımı. Bir gökkuşağında yaşadığımı hissederim bazen. Her renkten, her dilden, her görüşten bir sürü insan... İlkbaharın tek kötü yanı, insanın içini kıpır kıpır edebilecek binlerce faktör sayılabilecekken son midtermler ve ardından da finaller için çalışma salonlarında ya da kütüphanelerde kampa girmek zorunda olduğumuz bir döneme denk gelmesidir. Yine de severek yaşarım kendisini.


Ve yaz mevsimi gelir. Hoş gelir, sefalar getirir. Erkekler tarafından da en çok bilinen yargılardan biridir ki biz kızlar sıcağı severiz. Çünkü metabolizmamız ne yazık ki bir erkeğinkine göre çok daha düşüktür ve sıcak havayla kendimizi adeta tatmin ederiz. Nedenini bilmiyorum ama benim tahmin edilemeyecek kadar yüksek sıcaklıklara kadar dayanabilme gibi bir özelliğim var. Antalya'da nemle birlikte hissedilen sıcaklığın 60 derecelere yaklaştığı bir günde odamın kapısı, penceresi kapalı; üzerimde yorganla uyuyup kaldığım günleri bilirim. Archaea mıyım neyim?!


Yaz mevsimi benim için gündüzleri plajda ya da havuz kenarında şemsiyeli kokteyl çubukları olan içkimden yudumlayıp, arada sırada kendimi denize ya da havuza atıp kızgın kumlardan serin sulara moduna girmek; geceleriyse bazen arkadaşlarla deniz kenarına gidip gitar çalıp şarkı söylemek bazense bir bara ya da diskoya gidip eğlencenin dibine vurmak, eğer canım gece çıkmak istemiyorsa da kendime muzlu bir milkshake hazırlayıp hoş bir filmi seyre dalmak demek. Sınav kaygısı olmadan, yarına bitirilmesi gereken projelerim olmadan, sayfalarca sürecek bir essay ya da bir lab raporu yazma zorunluluğum olmadan hiç görmediğim yerlere gidip yepyeni şeyler keşfetmek, Japon bir turist misali milyonlarca fotoğraf çekmek... Rüya gibi ama gerçek! Pabucumun Sprite'ı! Gördüğün gibi acımasız olmayan gerçekler de varmış. İtirazı olan?!

Sonbahar... Kışın habercisidir. Bu bile benim için, sonbaharı sevmemek için bir sebeptir. Okullar açılır. İstenilen dersleri kapabilmek, derslere kayıt yaptırabilmek, muafiyet sınavlarına girmek, sonuçları takip etmek gibi bir koşuşturma maratonu da başlar böylelikle. Ağaçların yaprakları o güzelim yemyeşil renklerine veda eder, sararıp solar ve ağacı terkeder. Yağmurlar vardır bir de, kışın yağacak olan kara hazırlar insanları. Sonbaharın gelmesiyle birlikte her taraf birdenbire kahverengi olur sanki. Artık ne ilkbaharın gökkuşağı ne de yaz mevsiminin capcanlı yeşili ve mavisi vardır etrafta. Buz gibi içkilerin yerini sıcak çikolatalar, kahveler almaya başlar. Birkaç hafta öncesine kadar gezip tozduğum, eğlendiğim sokaklara artık sadece yağmur damlalarıyla süslenmiş camlardan bakabilecek olmam ne de acı! Pencerenin karşısına her geçişimde iç geçiririm. Çünkü yazın gelmesine daha çok vardır. Ben de hayallere dalarım. Sıcağı iliklerime kadar hissettiğim bir yaz günü...
Kış mevsimi kapıyı çalar sinsi gibi. Artık kahverengi bile aranır olur. Her yer siyahtır çünkü. Güneş bile küsüp yüzünü göstermez olur. İlerleyen haftalarda ya da aylarda kar yağmaya başlar. (Kendileriyle daha geçen sene tanıştım ben!) İşte bu belki bir derece etrafı bakılası kılar kışın ortasında. Kardanadamlar yapılır, kartopu oynanır. Eğlencelidir. Ama soğuk bir eğlence! Elleriniz buz tutar, oda sıcaklığına girdiğiniz anda ise şaşılacak bir yanma hissi alır da başını gider. Yanımdan geçen arabanın rüzgarından bile hasta olabilecek bir bünyeye sahipken sanırım kimse kış mevsimini ve soğuk havayı sevmemi bekleyemez benden. Bu yüzdendir ki her kış mevsimini "Bitse de gitsek!" modunda geçiririm...

25 Aralık 2009 Cuma

Alaaddin'in Kırmızı Donu

"Hayattan beklentim, kırmızı bir dondan beklediklerimle aynı." dedi ve derse noktayı koydu Utku. Her 365 günde bir yaşıyoruz bunu. Ana haber bültenleri, aralık ayının sonlarına doğru acayip programlara dönüşüyor, yeni yıl ve kırmızı iç çamaşırı alışverişi konulu. Dergilerin aralık ayı içeriği oldum olası yeni yıldır zaten. "Yılbaşında nereye gitmeli? Neler yapmalı? Ne giymeli? Ne takmalı, takıştırmalı?" gibi soru cümleleriyle de süslenir kapakları. Hatta genelde bu yazıların arka planında da Noel Mama kıyafeti giymiş hoş bir hatun bulunur. Eurovision'da Kıbrıs'ın oylama sonuçları açıklanırken "12 points goes to Greece!" cümlesini duyduğumda ne kadar şaşırıyorsam, bahsettiğim dergi kapaklarına bakarken de en fazla o kadar şaşırıyorum şahsen. Gelelim benim 2010'dan beklediklerime... Az sonra okuyacaklarınız tamamen bilinçli bir şekilde ve hiçbir baskı altında kalmadan yazıldı.
1. Bir Tim Burton filminde oynamak istiyorum, karşımda da muhtemelen Johnny Depp oynar. Yani Tim öyle ister diye düşünüyorum.
2. Calculus sınavlarından artık hep 100 almak istiyorum.
3. Kendi fotoğraf sergimi açmak istiyorum.
4. Porsche istiyorum. Olmazsa bir Ferrari ya da Lamborghini de işimi görür.
5. Baleye devam etmek istiyorum.
6. Haftalık spor programıma her hafta uyabilmek istiyorum.
7. Bol bol tatil olsun, Antalya'ya gitmek için de bana gün doğsun istiyorum.
8. Limitsiz kredi kartı istiyorum.
9. Yaz tatilinin bir kısmını yurt dışında geçirmek istiyorum.
10. Google kadar bilgili olmak istiyorum. Öğrenmek istiyorum, her şeyi bilmek istiyorum. Çünkü onun benden daha fazla şey bildiği gerçeğini hazmedemiyorum.
Not: Okuduğunuz liste sonsuza kadar uzayabilme potansiyeli göstermektedir ve yazar da bu potansiyeli kinetiğe çevirmekten hiç çekinmeyecek biridir. Şu an geçiriyor olduğunuz şokun etkisinden kurtulmak için lütfen yazarın safkan balık burcu olduğunu kafanızın bir köşesine not edin ve yazıyı tekrar okuyup buna göre değerlendirin.

22 Aralık 2009 Salı

Banu Demir is in a relationship with "Karışık Izgara"

Karışık Izgara... Gidilen mekanda ne tarz et yiyeceğine karar veremeyen, "Ondan mı yesem, bundan mı yesem, ayy şu da çok güzel görünüyor aslında, düşündüm de bu da fena değilmiş." diyen insanları menüdeki her şeyden sipariş verme gaflet ve dalaletinden kurtaran "yengen"e (bkz:yegane) alternatiftir. Pilavından patates kızartmasına "misss"ler gibi vitamin dolu salatasına nasıl da süsler insanın rüyalarını. Nar gibi kızarmış "30500" et çeşidini saymaya gerek bile yok sanırım zira birazcık ama çok azcık(!) uzun sürebilir. Tabi diğer bir yandan kendileri kalori ve kolestrol bombasıdır, konsantre kalp krizidir orası ayrı efendim. Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse yine de ona hayır diyebilecek pek de babayiğit yoktur şimdi! Hadi hadi, kandırmayın kendinizi ;)
Evet! Yedim, tekrar yedim, tekrar tekrar yedim. Pişman değilim! Şimdi ver elini spor salonu, yüzme havuzu =)
Önümüzdeki haftanın konusu: Sirlon Steak

19 Aralık 2009 Cumartesi

Reklam Kokan Hareketler Bunlar

Bazı reklamcıların, reklamın tanımından başlayarak yeniden reklamcılık okumalarını tavsiye ediyorum. Elbette bir reklamın ilginç ve ilgi çekici olması gerek. Ancak bu şekilde insanlarda merak uyandırabilir ve ilgi odağı haline gelebilir. Fakat söz konusu reklamcılık olduğu zaman, ilginç ve ilgi çekici kavramları sözlük tanımının dışına çıkıyor ve biraz sınırları daraltılıyor. Çünkü eğer bir reklam gereğinden fazla bu tanımlara uyuyorsa, o zaman ürünün önüne geçebiliyor. Yıllar önceydi. Bir adamın arabasını sağa sola çarparak hatta üzerine fil oturtarak, dergide beğendiği arabaya benzetmeye çalışmasını konu edinen bir reklam çıkmıştı. Özellikle reklamın sonunda arabadaki elemanların hoş bir müzik eşliğinde (Husan-Bhangra Knights) kafalarını basit harmonik hareket yaparmışçasına bir öne bir arkaya doğru sallamaları hala birçok kişi tarafından gülücüklerle hatırlanır. Reklamı ilk izlediğimde bir araba reklamı olduğunu anlamıştım elbette. Ancak hangi marka olduğuna dikkat etmemiştim. Çünkü tamamen gelişen olaya konsantre olmuştum. "Daha ne gibi çılgınlıklar yapacak bu adam böyle? Gitti araba, parça pinçik oldu!" gibi cümlelerle de beynimi oyalıyordum. Sonraki izleyişlerimde ise hep beğendiğim sahnenin gelmesini bekleyip izledikten sonra kanalı zaplıyordum. Anlayacağınız o markanın ne olduğuna dair fikir sahibi olan sadece gördüğüm her şeyi bir kamera misali kaydeden bilinçaltımdı. Ben hiçbir zaman bilmedim, bilemedim. Ta ki az önce bir Google sayfası açıp aratana kadar. Peugeot! Evet, bildiğim bir marka ama hala o reklamın herhangi bir sahnesinde markaya dair bir kare yakalayamıyorum zihnimde. Mutlaka vardı markaya dair bir sahne, ancak reklamın ihtişamı bir yutan eleman misali markanın adını siliyordu zihinlerden. Bu reklam sadece bir örnekti. Daha ne reklamlar var bunun gibi.
Bazı reklamlar da var ki hem kendinden hem de tanıttığı üründen uzunca bir zaman bahsettirmeyi başarabiliyor. Yine yıllar önceydi.
"Çarçur, harvur al al al al,
Deli gibi deli gibi al al al al,
Paraları paraları saç saç saç saç,
Saç saç saç... Saçma!
Geleceğini harcama.
Avivasa biriktirir, geleceğini biriktirir,
Geleceğini biriktirir Avivasa biriktirir."
Aradan onca zaman geçmesine rağmen hala saniyesi saniyesine, piksel piksel hatırlıyorum bu reklamı. Canım sıkıldıkça, aklıma geldikçe mırıldanıyorum bile. İşte böyle... Olay, markayı reklamın içinde ahenkle dans ettirebilmekte, ikisine birlikte kulak memesi kıvamı verebilmekte.
Reklamın iyisi kötüsü olmaz demeyin, dikkat edin!

16 Aralık 2009 Çarşamba

Çikolatalı Fondüde Boğulma Sorunsalı

Kendisi aslında İsviçre-Fransa yapımı olan fondünün ilki ve en ünlüsü peynir fondüdür. Daha sonra elemanın birinin kafasına dank etmesi suretiyle çikolatalısı ortaya çıkmış. Benmari usulü eritilmiş kışkırtıcı çikolatanın üzerine bir miktar da süt eklenerek hazırlanan sos yanında dilimlenmiş kivi, muz, çilek, ananas ya da arzu edilen diğer tropikal meyveler... Çikolatanın altında yanan mum ki uzunca bir sohbet sırasında bile çikolatanın akışkanlığını korumasını sağlar... Her ısırıkta dudaklarınızın, ağzınızın tüm hücrelerinin çikolata banyosu yaptığı hissine kapılırsınız.. Yedikçe yemek.. Yedikçe yemek.. Tekrar yemek.. Tekrar tekrar yemek.. Hep yemek.. Çok yemek.. Yaşasın yemek yemek.. Sırayla tamamlanan bu evrelerin ardından bir şeker komasına girdiğinizi düşünmeye başlarsınız. Haksız da sayılmazsınız. Vücudunuzda tavan yapmış insülin hormonu sanki sizinle konuşmaya başlamıştır ve maaşına zam istemektedir. Son meyve dilimlerini çikolataya batırırsınız o sese kulak vermeden, duymamazlıktan gelerekten. Dudağınızda kalmış son çikolata damlalarını da dilinizle ham yapmışken içinizde bir ikilemle yüzleşmek zorunda kalırsınız. Bir yanda hafif, kelebekler gibi uçuran bir mutluluk diğer yanda alınmış yüzlerce kalorinin verdiği ağırlık. Her şeye rağmen yine yeni ve yeniden isterdim diye geçirerek içinizden ayrılırsınız mekandan...

The Ugly Truth

7 Aralık 2009 Pazartesi

"Ne Kadar Büyürsen Büyü, Sen Hep Bizim Küçük Kızımız Olacaksın!"

Güneş'in bizlere göz kırptığı son günlerden birinde arkadaşlarla çimlerde oturuyorduk. ODTÜ'de Güneş varsa "Fizik Çimleri"nde öğrenciler de vardır! Bir Newton Kanunu olmasa da bu böyle. Arkadaşım, ilkokuldan bir arkadaşına rastladı. Rastladı derken kızı erkek arkadaşıyla öpüşüp koklaşırken gördü sadece. Düşünülerek yapılmış bir espri miydi, yoksa ağzından bir anda öyle mi çıktı bilmiyorum ama "Küçükken hiç böyle şeyler yapmazdı." dedi. İşte benim bittiğim andı. Kafama dank etti! Etmez olaydı ama etti! Elden ne gelir ki? Büyüyoruz... Evet, bunu farketmem sanırım biraz zaman aldı. Her geçen gün kümülatif olarak artarken elimdeki ipuçları, ben nedense hiç birleştirmek istemedim onları. Elde edeceğim sonucu bilip korktuğumdan mı yoksa sadece hayatı daha gizemli kılmaya çalışmamdan mı bilmiyorum. Hatta bunu bile bilmek istemiyorum. Bir mühendislik öğrencisi olarak her şeyde neden ve sonuç aramaktan sıkıldım belki de. Daha mini mini birken, çalışkan ikiyken büyüdüğümde yapacaklarımla ilgili hayaller kurardım. Bu hayallere dalarken bile büyüdüğümü nereden bilebilirdim?! Her şey küçülen kıyafetler ve ayakkabılarla başladı. Hep böyle kandırılmadık mı? "Seneye küçülür, bir beden büyük alalım." klişesi hangimizin kabusu olmadı ki?! Aslında koca bir yalandı hepsi! Küçülen bir şey yoktu ortada. Bizler vardık. Büyüyen... Yavaş yavaş belirtiler farkedilir olmuştu. Artık babamın sırtında gezinip duran 20 kiloluk minik, tatlı kız çocuğu değildim. Annemin bana banyo yaptırdığı pazar akşamları da tarih olmuştu. Kimse gelip "Ne şirin şeysin sen böyle!" diyerekten yanaklarımı sıkmıyordu. Bu büyüklerin nesi var böyle derken, kendi yarıçapımda triplere girerken, aslında her şeyin benden daha doğrusu büyüyor olmamdan kaynaklandığını itiraf etmekten kaçıyordum. Yıllar böyle geçti gitti işte. Geldim 18'e. İlk işim ehliyet almak olmuştu. Kimlik falan sorduklarında artist bir şekilde ehliyetimi göstermeye başladım. (Hatta bunu hala yapıyorum, kahretsin!) Kendi adım ve soyadımın yazdığı mail adreslerini tercih eder oldum. Numaramı kendi üzerime aldım. Annemin ya da babamın doğum gününde kutlama mesajları gelmiyordu artık Turkcell'den. Kafamı yastığa koyar koymaz dalamıyordum uykuya, düşünülmesi gereken bir şeyler çıkıyordu mutlaka. Canım acıdığında avazım çıktığı kadar ağlayamıyordum. Bir şeye sinirlenip odama kaçtığımda artık kimse gönlümü almaya da gelmiyordu. 18'den sonra yaşımı bile söylemez olmuştum. En kötüsü de elimde kocaman valizlerle, kocaman bir şehirde artık yapayalnız kalmıştım. Ben büyürken hayallerim de küçülür olmuştu...