29 Eylül 2009 Salı

Tokio Drift

Ve işte Tokyo'dayım. Amma da kalabalıkmış. Tam da benim gibi bir Antalyalıya layık hava var: sıcak ve nemli. Şehir merkezine doğru ilerliyorum. Karşımda tüm ihtişamıyla İmparatorluk Sarayı beni karşılıyor. Ipodumda yüzümü gülümseten bir şarkı: Jewel-Intuition... Diyor ki; I'm just a simple girl in a high tech digital world. Birilerinin hislerinize tercüman olması durumu vardır ya hani, işte öyle bir şey. Etrafımdan insanlar gelip geçiyor. Hepsinin elinde daha önce görmediğim model telefonlar ki bazılarının telefon olduğunu bile uzun bir gözlem sonucu anlayabiliyorum. Onların kendiliğinden enfes bir şekilde dolanabilen kulaklık kabloları da yok, bunu farkediyorum. Teknoloji kısa süreli çekiciliğini kaybettikten sonra gözümde, hayvanat bahçesine gitmeye karar veriyorum. Orada gördüklerim sanırım bana tanıdık gelen tek şey şu an için. Bir otobüse atlayıp şehir turuma kaldığım yerden devam ediyorum. Yine bizdekinden biraz farklı olarak hemen hemen bütün insanlar kitap, gazete, dergi gibi şeyler okumakla meşgul otobüste. Gazeteleri de bizimkilere pek benzemiyor, daha uzun. Otobüsten inip yolda tesadüfen farkettiğim bir galeriye dalıyorum. İçeride bir resim sergisi var. Orada benim yaşlarımda bir çocukla tanışıyorum. Adının Ronin olduğunu söylüyor. "Efendisiz samurai anlamına geliyor değil mi?" diye soruyorum. Bunu bilmemi biraz şaşkınlıkla karşılayıp sonra gülümseyerek onay veriyor. Sıcakkanlı biri diye düşünüyorum. Bana sergiyi gezdirmek istediğini söylüyor. Nezaketen kabul etmek zorunda kalıyorum. "Belki de ilgimi çeken bir şeyler yoktur, şöyle bir göz gezdirip çıkardım kendi başıma olsaydım" diye geçiriyorum içimden ama resimlere baktığımda yanıldığımı anlıyorum. Sonraları Ronin'in sergiyi açan ressam olduğunu öğreniyorum. Sanatçı ruhlu bir erkek... Kulağa hoş geliyor elbet. Buradaki ilk günüm olduğunu öğrenince beni sushi yemeye davet ediyor. "Akıllım bunlardan Türkiye'de de var, defalarca yedim ki ben." diyesim geliyor ama kendimi susturmayı başarıyorum. Yemekten sonra kahve içmeye gidiyoruz. Önüme gelen Türk kahvesini görünce şaşırıyorum. "Sürpriiiizzz" diyor. Güzel, eğlenceli bir günün ardından kahve içtiğimiz yerden de ayrılıyoruz. Hesabı yine ödememe izin vermiyor. Artık geç olduğunu, kalmam gereken otele gidip uyumak istediğimi söylüyorum. Evine davet ediyor! Bunu nezaketen yaptığını düşünsem de diğer yandan "O bir Japon, Banu! Bu insanlar balığın pişmesini bile beklemez." diyorum kendi kendime. "İyi geceler" diyerek ayrılıyorum.
Uyanıyorum. Uzunca bir filmi izledikten veya kalın bir kitabı okuduktan sonra gelişen bütün olayların bir rüya olduğunu öğrenmekten nefret etmeme rağmen bilinçaltımın bana neden böyle bir oyun oynadığını anlayamıyorum...

19 Eylül 2009 Cumartesi

B and S

1 yeni mesaj alındı.
Tarih: Yıllardan 2006 ve güzel bir yaz sabahı (en azından o ana kadar öyleydi)
Gönderen: Bilinmeyen bir numara
-Selam, naber? Numaranı Elif'ten aldım umarım sorun olmaz.
-Sen de kimsin?
-Ben Selçuk :)
-Peki neden numaramı aldığını sorabilir miyim? Dün akşam yeteri kadar delirttin zaten beni!
-Seni daha çok sinir edebilmek için..
-Harika(!)

***

1 mesaj gönderildi.
Tarih: Yıllardan 2007 ve bu sefer kış mevsimi
Gönderilen: Selçuk Kızılkaya
-Selam Selçuk naber?
-Sen kimsin?
-Ben kalender meşrebim
-Komik olduğunu mu sanıyorsun?!
-Evet
-Saçmalama. Kim olduğunu söyle ya da bye bye!
-Tamam ya ben Banu!
-Harika(!)

***

Welcome to Facebook!
Artık yıllardan 2008 ve yine bir yaz mevsimi...
First Name: Banu
Last Name: Demir
Your Email: Bla bla bla
Password: Bla bla bla
Banu Demir and Selçuk Kızılkaya are now friends. (Şaka gibi ama gerçek)
Banu's Status: Tribal enfeksiyon!
Selçuk's Status: Ben çok iyi bir insanım ya!

***

Yıllardan 2009...
Banu oturum açtı.
Selçuk meşgul.
-Selçuukkk ben blog açtım!
-Logon var mı?
-Birkaç arkadaş denedi ama beğenmedim. Bilmiyorum, iş başa düştü yine sanırım =))
-İstersen ben yaparım bir şeyler
-Olur ki
Blablabla.jpg dosyası alındı.
-Nasıl olmuş?
-Beğendim, teşekkür ederim.
-Önemli değil görevimiz ;) Değiştirmek istediğin bir şeyler olursa söylersin yine hallederiz.
-Tamam :) Sen cidden iyi biri oldun artık galiba...
-Öyleyim. Ee sen de artık bir teşekkür edersin bana herhalde blogundan :p
-Olduu! İmzanı atsaydın altına bir de istersen!!!

***

Teşekkür ederim :)

13 Eylül 2009 Pazar

"Sen ve Ben" Denklemi

Katy Perry sahneye çıktı. "Bu söyleyeceğim ilk parça bütün eski erkek arkadaşlara gelsin." dedi ve devam etti. You're so gay! Evet, şarkının adı tam olarak da buydu. Daha cümlesi bitmeden, müzik bile girmeden konser alanında cırtlak bir çığlık duyuldu. Ne kadar terkedilmiş, aldatılmış, kalbi kırılmış kız varsa deli gibi bağırıyordu. Erkeklere gelince, onlar sırf Katy Perry'e olan hayranlıklarından seslerini çıkaramadılar ama gözlerindeki irisin alev rengini almasından pek de memnun olmadıkları apaçık ortadaydı. Benim de hayatıma bulaşanlarınız oldu. Kiminiz beni gerçekten de karşılıksızca, öylesine sevdi; kiminizse sürekli bir beklenti içindeydi. Evet, bir şeyler bekliyordunuz sürekli karşınızdakinden. Çünkü doğumunuzdan bu yana "Her başarılı erkeğin ardında ona kaş göz yapan bir kadın vardır." zırvalıklarıyla büyüdünüz, büyüyorsunuz. Aslını isterseniz hiç büyümeyeceksiniz! Kendi sahip olacağınız başarıyı bile bir kadının yapmasını beklerken ve bunu kendinize bile itiraf edemez, içten içe inkar etmeye çalışırken aynı zamanda onların hiçbir işe yaramadıklarını ya da isteseler bile bir erkek kadar olamayacaklarını düşünmeniz ne de acı! Çünkü biz kızlar istersek her şeyi yapabiliriz, yaptırabiliriz. Sorun şu ki ne yazık ki bazen bunu farketmemiz biraz zaman alıyor. Tanrı gerçekten de işini biliyor. Ancak bizim gibi mazoşistler sizin gibi narsistlere aşık olurdu zaten. Kimileriniz benim yanımdayken çok mutlu olacağını düşündü. Kimileriniz beni bir melek yaptı, koydu. Kendini tamamladığımı düşünenleriniz, hatta beni hayata bağlanma sebebi olarak görenleriniz oldu. Şunu itiraf etmeliyim ki aslında bunların hepsi beni gerçekten çok mutlu etti. Ama anlamanız gereken ufak bir ayrıntı vardı. Sizi gerçekten mutlu etmiş olabilirim, size gerçekten bir melek kadar iyi de davranmış olabilirim, belki sizden çok daha fazlasını hakedecek kadar mükemmeldim de... Ama ben bir kızım. Sadece bir kız... Keşke siz de böyle görebilseydiniz beni. Başka başka anlamlar yükleme zahmetine hiç girmeseydiniz. Ne bir iyilik perisi, ne de bir kurtarıcı... Sıfatlara ihtiyacım yoktu ki ben olmam için. Belki de bu yüzden "sen ve ben" denkleminin sonucu her zaman "biz" olmuyor. Bu kadar üstünüze gittiğim yeter; çünkü sizin de haklı olduğunuz noktalar yok değil. Biz kızlar sevgililerimizin dibe vurmasından hoşlanırken aynı zamanda onların en tepede olmalarını isteriz. Düşünmekte, kafa patlatmakta, hakkında filmler çekmekte, cilt cilt ansiklopedi olabilecek kalınlıkta kitaplar yazmakta haklısınız. Kadınlar ne ister?! Size bir sır vereyim. Ne istediğimiz hakkında en ufak bir fikrimiz yoktur aslında. Bunu kendimiz bile bilmezken sizden anlamanızı beklememiz biraz trajikomik ve zalimce kabul etmeliyim ki. Ve bu durumda sanırım eşitlendik. Siz erkeksiniz, bizlerse kız. Sıcakla soğuk, siyahla beyaz olmak gibi... Her şey zıttıyla var. Derken... Katy Perry ikinci şarkısına başladı. Hot N Cold...

Yutan Eleman: Ama

Bağlaçtır... Olsa bir türlü olmasa bir türlüdür... Severek kullanırız kendilerini(!) Ama... İşte sorun da başlıyor tam olarak burada. Kullanıldığı andan itibaren öncesinde gelen milyonlarca cümleyi bir çırpıda, sadece iki hecede silebilecek güce sahiptir ki zaten görevi de budur işin aslı. Bu yüzden "ama" için en uygun terim "Türkçe'nin yutan elemanı"dır bence. Zamanında pek çok "ama" ile karşılaştım. "Banu çok haklısın ama..." Bu ama içinde çaresizliği barındırır mesela. Söyleyen kişinin benimle aynı fikirde olduğundan neredeyse eminimdir ama öylesine bir sebep vardır ki onu bu cümleyi beklenenin tam tersi şekilde bitirmeye zorlar malesef! "Banu abartıyorsun, yeter ama!" İşte asabi olan "ama". "Banu mükemmel bir insansın bunu tartışmam ama..." Ardından gelecek eleştiri yağmurunun habercisi olan "ama". "Banu seninle gelmek isterdim ama..." İşte bu da "Seninle gelmek istediğim falan yok aslında. Sadece kırılma, üzülme, klasik balık burcu triplerine girme diye bir bahane bulmaya çalışıyorum işte şurda!" demenin daha kibar yolu. Ve sırada en yıkıcı "ama"lardan biri... "Banu seni seviyorum ama..." Oktan bir aşk hikayemi boktan bir aşk hikayesine çeviren "ama"... Sevmiyorum işte bu kelimeyi kardeşim, gelmeyin bana böyle Bizans oyunlarıyla! Zaman kaybından ibaret bir kelime... Onu sarfettiğiniz anda nasılsa önce söylediklerinizin hiçbir anlamı kalmayacak. Bir kulaktan girip diğerinden çıkacak! Öyleyse bu boşa çaba neden?! Türetildiğin güne lanet okuyorum... Ama...

11 Eylül 2009 Cuma

Pabucumun Mango'su

Nedir efendim bu Mango? Kendileri İstanbul'da doğup 1968 yılında İspanya'ya göçen Nahman ve İsak Andıç Ermay kardeşlerin 1984'te kurdukları, şu an dünyanın pek çok ülkesinde yüzlerce mağazası olan hazır giyim markasıdır. Her yıl, birbirinden güzel tasarımlarıyla biz kızların gönlünü tekrar tekrar çelmeyi başarır bu şeytan tüylü. Depresyona girdiğimizde, erkek arkadaşımızdan ayrıldığımızda, yakın bir arkadaşımızla kavga ettiğimizde, duygusal bir film izleyip hüngür hüngür ağlarkene gidip bir Mango mağazasında unutmaz mıyız hepsini? Adeta bir kadın terapi merkezi görevi yüklememiş miyizdir ona? Mağazadan içeri adım attığımızda sanki bir Toreador'un bize "Presence" açtığını hissederiz. İşin ironik tarafı bunun bilincinde olmamıza rağmen karşı koymak aklımızın ucundan dahi geçmez hiçbir zaman. 5 cm'lik bir eteğe yüzlerce lira vermeyi umursamayız ordayken. Erkek arkadaşımızı kolundan tutup çekmişliğimiz de çoktur özellikle indirim günlerinde. Sıkılacağını, bezeceğini, içinden küfredeceğini hatta küçük yarıçapta cinnet bile geçirebileceğini bildiğimiz halde yaparız bunu. İşte tam da bu yüzden "Mango Mağduru Erkek" diye bir şey çıkmıştır ortaya. Gelelim sadede... Sıradan bir gündü efendim. Klasik bir Cepa turundayız arkadaşlarla. Beğendiğim ayakkabılar Mango vitrininden bana göz kırpıp duruyordu. Duyguları da karşılıksız değildi hani. Deneyip almak için içeri girdim. Görevlinin bana uygun numaraların hepsinin vitrinde olduğunu ancak sezon sonunda vitrinden kalktığında telefon numaramı bırakırsam bana dönebileceklerini söylemesi üzerine bir hışımla dışarı çıktım. Pek sevgili arkadaşlarım beni teselli etmek için Mavi'ye gitmeyi önerdiler. Gittik... Gördük... Beğendik... Aldık... Evet, çok daha güzel bir ayakkabıydı bu üstelik. "Demek ki neymiş, her işte bir hayır varmış." diye geçirdim içimden, hafiften... Huhh! Pabucumun Mango'su! Sanki bütün güzel ayakkabılar sende!

"Chuck"ma Ajan Chuck

Hatırlar mısın bilmem Chuck... Bir gece dışarı çıkmıştık hani, kıymetli arabanı kullanmama izin vermemiştin her zamanki gibi. Arka fonda tanıdık bir ses... Evet, Oasis... En sevdiğimiz... Wonderwall! Bir tutam kısık ses ve yüzlerimizdeki bir çay kaşığını doldurmayacak hafif bir gülümsemeyle eşlik etmiştik şarkıya, belki biraz çekinerek, belki de farkında bile olmadan bilmeyerek... "I don't believe that anybody feels the way I do about you now". Murphy Yasaları ne der bilirsin Chuck: Ters gidebilecek her şey ters gidecektir. Nitekim o gece de öyle olmuştu. Birden etrafımızı Fast&Furious'ta gördüklerimizden ve görebileceklerimizden çok daha hızlı arabalarla çevrilmiş bulduk. İçlerinde Matrix'ten fırlama Men in Black... O an ikimiz de farkındaydık başa çıkamayacağımızın ve kaçmanın tek seçeneğimiz olduğunun. Evet, Braveheart falan değiliz ama zaten cesur dediğimiz insanlar da korkmaktan korkanlar değil midir Chuck? Belki farklı bir bakış açısı... Birazcık... O an sana ne dediğimi hatırlıyor musun? "Sür şu arabayı Chuck, acele et! Yapabilirsin! Sen en iyisisin Chuck! Sen yapamazsan kimse yapamaz." Aslında doğruyu söylemek gerekirse sen en iyisi falan değildin Chuck. Ama o zaman bunu başarabilecek tek kişiydin ve yapmak zorundaydın. Bir "Poh Poh Perisi" olarak görevimin hakkını verdiğimi düşünüyorum. Başarmıştın Chuck! Ve hatta sonrasında böbürlenerek, 32 dişinle birlikte gülümseyerek "Gücümüzün kusuruna bakmayın, beyler." demiştin. Başarmış olmanın verdiği sarhoş edici mutluluktan olsa gerek... İtiraf etmeliyim Chuck çok pis gaza geliyorsun. Ama seni sevimli gösteren şey de buydu aslında. Pepino'dan daha egzotik bir meyve, Jack Daniels'tan daha mükemmel bir viski, Jim Carrey'den daha komik bir aktör gibi görünüyordun o an gözüme... Herneyse... Hani bazen en iyisinin bu olduğunu bildiğmiz halde kötü hissederiz ya kendimizi... İşte bu yazıyı yazmak da şu an benim için tünelin sonundaki bir ışık mı yoksa bir tır mı ikilemine rağmen ilerlemekten farksız. Çünkü sen, senin için yazılan bütün bu şeylerden habersiz dünyanın diğer ucunda belki de "Şimdi bir Adriana Lima olsa da yesek" diye geçiriyorsun içinden. Her şeye rağmen itiraf etmeliyim ki Chuck, o kadar tatlısın ki üstünde kurabiye yapmak istiyorum! (bkz:bir gıda mühendisliği öğrencisinden itiraflar)

9 Eylül 2009 Çarşamba

Jenga


Her ne kadar bir ortama gidildiğinde Monopoly, Tabu, Scrabble, Trivial gibi oyunlar karşısında basitliği nedeniyle (yap-boz-yık olay bu yani arkadaş) fazla şansı olmadığı düşünülse de aslında kendi yarıçapında çok da güzel bir felsefeye sahiptir Jenga! İlk dizilim yeni doğmuş bir insanı simgeler. Tahtaların çekilip kulenin yükselmesi ise ilerleyen insan hayatına benzer. Ancak bununla birlikte elemanımız altta sahip olduğu tahtaları da birer birer kaybeder. Bu da insanın sahip olduklarını, yaşanmışlıklarını veya sevdiklerini birer birer kaybetmesi gibidir. Oyuncu istediği tahtayı istediği şekilde çekebilir. Fakat dikkatli olmalıdır çünkü bu oyunun kaderini belirler. Tıpkı insanın hayatındaki yol ayrımlarında verdiği kararların hayatına yön vermesi gibi... Ve oyuncu ne kadar başarılı olursa olsun kule elbet yıkılacaktır, insan hayatının eninde sonunda son bulması gibi... Tabi arkadaş grubunda simetri hastalığı olan biri varsa bu felsefe bile kurtaramaz oyunu. Diğer bir yönden bakacak olursak oyun aynı zamanda insandaki bitmek bilmeyen yükselme arzusunu da eleştirir. Genlerimizden gelen aza kanaat etmeme, doymama, hep daha fazlasını isteme duygularımız yüzünden güzelim kulenin aralarını boşaltırız. Sonrası mı? "Bir bakmışsın ben yokmuşum" oluruz...

Benjamin Button İronisi

Kimilerimiz çocukluk fotoğraflarımıza özlem dolu gözlerle bakarız. Hayatımızın en saf, en dertsiz tasasız, en eğlenceli anılarıyla dolu çocukluğumuza... Çocuk olmanın verdiği rahatlık, fazla bir şey bilmemenin verdiği hafiflik... Sorumsuzluk... Bir daha istesek de asla tadamayacağımız tatlar... "O daha küçük ablası, abisi" gibilerinden savunmalar... Tek sıkıntımızın oyuncak arabalarımızın hızı, Barbie bebeklerimizin kıyafetleri olduğu zamanlar... O günlere dönebilmek için elimizdeki her şeyi feda etmeyi göze alırız oysaki. Kimilerimize göreyse hayat büyüdükçe, farkına vardıkça, öğrenip olgunlaştıkça güzel. Elbette küçükken herkesin hayalidir büyümek. Ama o dönemlerde kurulan büyüme hayallerimizde koca bir eksiklik vardır. Kötü yanlar... Çünkü adı üstünde çocuğuz, daha kötünün ne demek olduğunu bile bilmezken onu nasıl hayal edebiliriz ki?! Yere düşünce, Barbie bebeğimizin kafası kopunca, oyuncak arabamız bozulunca, annemiz en sevdiğimiz tatlıdan 3.tabağı yememize izin vermeyince, zırt pırt orda burda şurda istediğimiz şeylerden biri alınmayınca döktüğümüz gözyaşlarını büyüyünce kalp kırıklıkları, ayrılıklar, yenilen kazıklar, pişmanlıklar yüzünden dökeceğimizi nasıl tahmin edebiliriz ki? Edemeyiz.. Edemedik de zaten! Şimdi hepimizin hayali gerçek oldu. Büyüdük! Başımız göğe erdi(!) Laylaylom! Artık anladık ki büyük olmak da kusursuz değilmiş... Sonra düşünmeye başladık. Küçükken büyümek istedik, büyüdük çocukluğumuzu özledik. Keşke her ikisini birden yapabilmenin bir yolu olsaydı. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde... İşte günlerden birgün Benjamin Button doğdu. Bütün sorularımıza yanıt olarak. 70 yaşındaki birinin bilgisine, deneyimine sahipken gencecik olabilmek... Bunu da ne yazık ki sadece hayal edebildik sonra üstüne filmini çektik. Shakespeare'den bugüne epey zaman geçti... Hemen hemen her şey değişti. O söz gibi... Bir Benjamin Button olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu artık...